10 Şubat 2011 Perşembe

Hindustan'ın İnsanları











Herkes bu ülkenin egzotikliğinden, tapınaklarından, geleneklerinden, renklerinden, inançlarından ve kulaktan dolma anlamlı, anlamsız hikayelerinden söz ederken; buranın gerçek renkleri olan insanlarından ayrıntılı bir şekilde bahsedildiğini duymamıştım...

 Benim için hayatta ki en önemli unsurdur insan...


Çok seviyorum insanları... 

Bana bu dünyada daha ilginç gelen birşey yok; insanları tanımaktan ve onların hikayelerini dinlemekten başka... 
Belki de masallara bayılmamın ve onları anlatmayı sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu. çünkü hikayeler dinlemek ayrıca bana anlatıcı vasfını da vermiş oluyor... 
Bir varmış, bir yokmuş, çoook uzak ülkelerden birinde Hintli denilen bakışları sımsıcak, ruhları yumuşacık ve sakin, kendileri kapkara ama kalpleri bembeyaz, ciltleri ve sokakları hoyrat ama yüzleri tertemiz insanlar yaşıyormuşşş.....:)

Gölge etme başka ihsan istemem...!
Hintliler kadar dürüst, nazik, cömert, sevecen, asiri saygili, paylaşmaktan korkmayan, düşüncelerini-duygularini disa vurmaktan ve dansetmekten asla utanmayan, kalp kirmamaya ve kavga etmemeye calisan, ofkesine yenilmeyen, çıldırmayan, ille de gülümseyen, kaderci ve mutlu insanlara rastlamamistim daha evvel...

Başta sizi delirten ve dünyanıza ait olmayan akıl almaz sakinlikleri ve beyniniz dahil tüm bedeninizi çürüttüğünü hissettiğiniz yavaşlıkları bir süre sonra içinize işliyor ve sizde bundan etkileniyorsunuz... 
Yavaşlıyorsunuz, bi sakinleşiyorsunuz, bi duruluyorsunuz... 

Sisteminiz, bünyeniz, hatta metabolizmanız değişiyor...
Hayata baktığınız pencereniz bile değişiyor...

Ayrıntılara bakın !!!
Arkadaki mavi kumaşla, yeşil testinin uyumu;
kavuniçi etekle cam göbeğinin acayip dengesi ve
yerdeki kırmızı halının kendini yerlere atması...
İlle de gözleR...
Mesela öfkenize yenilmeniz en büyük zayıflıklardan biri sayılıyor burada ve kendinizi öfkeden kaybettiğinizde size duydukları saygıda büyük bir azalma oluyor. Bazı şeylere tahammül edemeyip sesinizi yükseltmeye kalktığınızda ise sadece yüzünüze bakıyorlar, hiç yorum yapmıyorlar ve devamlı gülümsüyorlar. ..Yok aslında gülümsemiyorlar, pişmiş kelle gibi sırıtıyorlar (ne demekse pişmiş kelle ve niye gülümsüyorsa...)... Hatta kendimce 
bildiğim ve yetişkinler tarafından bizlere öğretilmiş tüm iletişim yöntemlerini kullanarak onlarla anlaşmaya çalıştığım zamanlarda kafalarının içinde çok uzaklarda bir yerlere gittiklerinden adım gibi emin olduğumu söyleyebilirim. Çünkü siz ne derseniz deyin, nasıl derseniz deyin; onlar ya size o meşhur kafa sallama hareketiyle cevap verecekler yada sırf siz karşılık bekliyorsunuz diye ille birşey demiş olmak için "yes medım- ok medım- yes sör- ok sör" diyeceklerdir... 


Sizi anlamasalar bile ! 


Ancak siz yatıştıktan sonra dünyaya dönebiliyorlar. Çünkü sesinizi yükseltmenizden dolayı bir tür şoka girip, donakalıyorlar... O kadar şaşırıyorlar ki sizden öyle yüksek bir sesin çıktığına, bu yüzden dünyaya dönmeleri biraz zaman alabiliyor. O zamana kadar da siz yatışmış oluyorsunuz zaten. Yada kısaca sizi ciddiye bile almıyorlar ve siz boşuna bağırmış ve kendinizi kaybetmiş oluyorsunuz; nasıl olsa onlar yine bildikleri gibi hareket edeceklerdir. Siz ne derseniz deyin. Ama yine de ve ille de sizi memnun etmeye çalışarak...

Tabi ki negatif tarafları da yok değil !!! 

Son derece yüzsüz, arsız, patavatsız, kurnaz, yalancı, pis, hastalıklı, tembeller. Çalışmak yerine dilenmeyi tercih ediyorlar. Lakin pozitif tarafları diğer negatiflikleri unutturuyor bir zaman sonra... 
Unutmanızın en büyük sebebi de kaderci ve çileci olmalarından, durumlarını aynen olduğu gibi kabullenmelerinden ileri geliyor.

Yani eğer onlar fakir, sağlıksız, özürlü, pis bir dünyada doğmuşlarsa bu onların suçu değildir, Tanrıları böyle istediği içindir ve onlar kim ki Tanrılara karşı geleceklerdir (!)...

Bu yüzden içinde bulundukları durumu ve şartları değiştirmeye yada iyileştirmeye çalışmıyorlar bile. Onların bu durumdan kurtulmak için "kendimi eğiteyim, okula gideyim ki birşey olayım, daha iyi şartlarda yaşayabilmek için en azından bir işe girip para kazanayım, ailemi kurtarayım vs." gibi düşünceleri yok. Çünkü eğer bu hayatta sefalet, çile ve acı çekiyorlarsa bunun bir sebebi vardır, Tanrı böyle olmalarını istemiştir; nede olsa sırf çektikleri bu sefalet yüzünden gelecek hayatlarında ise ödüllendirileceklerdir; yani bundan sonra ki yaşamlarında kesinlikle zengin, sağlıklı ve dertsiz doğacaklarıdır... 


Onlar malesef böyle bir bekleyiş içerisindeler... 
Ama bu bekleyiş çileciliğe inanan felsefelerinden, dini inançlarından, eğitimsizlik ve olanaksızlıklarından kaynaklanıyor; bu yüzden tüm bunlara saygıyla yaklaşmak gerektiğine inanıyorum...


Yermeden, yargılamadan ve kötü sıfatlar kullanmadan...!!! Yoksa o kadar kolay ki onlara "pis, cahil, aptal, vs." demek ...! 

Hem biz kim oluyoruz da kuzum onları böyle    yargılama hakkına sahip oluyoruz?
Sadece onlardan daha şanslı doğmuş olmak bize bu hakkı vermez... Bizler de orada, o şartlarda, o inanç yapısına sahip bir ailede doğsaydık, onlardan hiçbir farkımız olmayacaktı... Ama tabi bu felsefe kaderciliği savunduğumu göstermiyor, tersine insan şartları ne olursa olsun, her türlü şekilde durumunu iyileştirmeye ve kendini geliştirmeye çalışmalı elbet. Yoksa olduğumuz yerde sayar ve ileriye doğru bir adım atamayız, böylelikle gelişen hiçbir şeye uyum sağlayamayız... 
Oraya olan da bu...!!! 


Büyük düşünür ve yol gösterici Guru Osh0'nun da belirttiği gibi Hindistan'ın gelişmesini önleyen ve olduğu yerde saydıran bu kadercilik, çilecilik ve kabullenmeciliktir zaten...



Din insanların anladıkları şey değildir. 
Din Hıristiyanlık değildir. Hinduizm değildir. Müslümanlık değildir.
Dünyada varolan tüm dinler ölü kayalardır. Onlar akmazlar, asla değişmezler, çağla birlikte hareket etmezler. 

Hakiki dindarlığın peygamberlere, kurtarıcılara, kutsal kitaplara, kiliselere, papalara, rahiplere ihtiyacı yoktur çünkü dindarlık yüreğinizin çiçek açmasıdır. 
O varlığınızın en merkezine ulaşmaktır. 
Ve varlığınızın en ortasına ulaştığınız an bir güzellik, saadet, sessizlik, ışık patlaması olur. Tümüyle farklı bir kişi olmaya başlarsınız. Yaşamınızda karanlık olan herşey ve yaşamınızda yanlış olan herşey kaybolur. 
Osho






Sakin millet işte...
İster vurdumduymaz deyin, ister umursamaz, ister lakayıt; bence kesinlikle sinirleri alınmış bir şekilde doğuyor buranın insanı...

        Gökten 2 elma düşmüş, biri anlatana, biri dinleyiciye...

PS: Benim masalım değil mi? sadece 2 elma düşüyor işte :)))


Sero


3 Şubat 2011 Perşembe

Kokular


 Her şey bana o kadar yabancıydı ki...

 İnsanlar, giysileri, konustuklari dil, aksanları, mimikleri, gelenekleri, dinleri, tapınakları, tanrıları, renkleri, yemekleri, kokuları...

Hatta şehrin kendi kokusu bile...

Oldum olası burnum en kuvvetli organlarımdan biri olmuştur. Neredeyse alamayacağım koku yoktur. İlk kez girdiğim bir yerin ilk kokusunu alırım ben.
İnsanların da öyle.


Kucaklaşmayı bırakın, el tokalaştığım kişilerin bile kokusu gelir burnuma. Bir erkekten yada taşınacağım bir evden sadece bu yüzden bile vazgeçtiğim olmuştur.  Kötü ve ağır kokulara katlanamıyorum işte. Ama güzel bir koku da beni aşık edebilecek kuvvettedir, o ayrı.
Sırf kokusu yüzünden uzun süre birinin peşinden gittiğimi bile bilirim.
Büyüdür benim için koku...
Çarpar, alır götürür beni...

Bu yüzden en sevdiğim romanlardan biridir Patrick Süskind'in "Parfüm" romanı (filmi de yapılmıştı ama kitabın yeri başkadır).  Kitabın ana kahramanı Jean-Baptiste Grenouille karakterine neredeyse aşık olmuştum ( tamam kabul, herkesin garip bir tarafı vardır, küçüklüğümden beri garip adamlara aşık olurum hep ama ben daha ortaokuldaydım o zamanlar). O kitapta yazar  Paris'i ve şehrin kokusunu öyle bir anlatır ki, okuduktan 8 yıl sonra Paris'e ilk gittiğimde şehri avucumun içi gibi biliyordum, neredeyse. Sanki daha evvel orada bulunmuş, sokaklarında gezmiştim. Hatta sırf kitapta önemli bir yeri var diye, Rue Montmartre sokağında bir otelde kalmıştım; sadece o sokağa ait binaları, dükkanları, sokağın dokusunu, mimarisini görebilmek ve kendine ait havasını koklayabilmek için...

Ben her şehrin kendine ait bir kokusu olduğuna inanıyorum.

Mesela İstanbul su ve bulut kokar bence; İzmir'se güneş; Ankara kesinlikle kağıt ve gri; Bursa'nın ise kendine has eski bir kokusu vardır, babaannemin oda kokusuna benzer;
Mardin'in kum koktuğuna yemin edebilirim ama Hindistan'ın neredeyse tüm şehirleri aynı kokuyor:


Baharat




 Ama başlarda burnunuzu, benzinizi ve gırtlağınızı yakan, yüzünüzü buruşturan,  sonradan damağınızın bile alıştığı yapışkan acı bir baharat kokusu...



Başta yemekleri ilginç geliyor, özellikle de Hint mutfağı seviyorsanız baharatlarına alışmanız kolay oluyor; lakin hergün yiyince artık bir müddet sonra o kokudan ve tatdan uzaklaşmak istiyorsunuz ama bundan kaçamıyorsunuz.
 Zaman geçtikce baharat kokusu yapışkanlığından dolayı o kadar içinize ve teninize işliyor ki, sadece giysilerinizin değil kendinizin de baharat koktuğunu fark ediyorsunuz.
Donunce bu kokunun uzerimden ve giysilerimden cikmasi hayli uzun bir zaman aldi...

Ama ben o kokuyu çoook özledim !!!



Renklere bakip ta "acaba bunlari hangi yemeklerde veya ne amacla kullaniyorlar" diye dusunmemek elde degil...
O yemeklerin hepsinden denemek istiyorsunuz, meraktan...
Ha ! Fusya bir pilav yer miyim? Yada pembe bir kofte, mor bir tavuk?

Bilmem....:)



Sero



2 Şubat 2011 Çarşamba

Baharat ve Maharaja Yurdunda ki İlk Günüm



İlk günüm...
Bakmayın güldüğüme, korkudan ölüyorum...:)
 Hindistan'a ilk varışımı dün gibi hatırlıyorum... 

Daha önceden o kadar çok seyahat etmiş olmama rağmen Mumbai Havaalanı'na indiğim ilk dakikadan itibaren yaşadığım kültür şoku bana birden çok fazla gelmişti. Üstelik her yerde karanlık; akşam inilir mi, gündüz in işte ilk kez gittiğin yere di mi? Hani güçlü bir kadın portresi çizerim genelde, insanlar beni ayakları yere basan, sağlam hatta kavgacı biri olarak görürler, daha önce de bir çok kez  yalnız seyahat etmiş olama rağmen ilk kez bir yerden, bir havaalanından, insanlardan ve kalabalıktan ürktüğümü hatırlıyorum...
Neyse, aktarmam var üstelik, Mumbai'den Bangalore uçağına gitmem gerekiyor ve bunu yapabilmem için toplam 1 saatim var. Burada olsa kuyruğu bile beklemeden (öyle ya bir saatim kalmış), bağıra çağıra insanlardan izin isteyerek, ittirerek hatta yara yara geçerek uçağa giderim ama orada; gıkım çıkmıyor...     
Ağzımı açıyorum, ses yok...


 Birşeyler söylemeyi başarıyorum sonunda ama kimseden bir tepki yok. Derdimi anlatmaya çalışıyorum, yetişmem gereken bir uçak ve bu yüzden acelemin olduğunu falan; yok kimse ingilizce biliyormuş gibi gözükmüyor. Hani bir zamanlar İngiliz sömürgesi olan bu ülkenin 2.ci resmi dilinin İngilizce olması gerekmiyor mu yahu ? Nasıl ya? Nasıl anlatıcam derdimi şimdi ben, kimse İngilizce bilmiyor mu burada...?  Bilmiyor işte...
Üstelik nasıl da kalabalık; sanırsın ki toplam 1.2 milyarlık nüfusun yarısı burada...

  Allahım ne yapıcam ben diye kara kara düşünürken, rengimin beyaz olması ve öyle salak salak etrafa bakınmam falan işe yaradı ve bir polis benimle konuşmaya başladı. İngilizce biliyor musunuz diye sorduğumda "yes" dedi ya, adamın boynuna sarılıcam utanmasam.
Başladım derdimi anlatmaya, uçağa yetişmem gerektiğini vs. ve adam bana beni anladığını gösterir şekilde kafasını sallayarak benimle ingilizce konuşmaya başladı; başladı ama bu defa da aksanını anlayana aşkolsun...! 
Sorular soruyor, bende tık yok...
Gözünün içine bakıyorum... Yok... Tekrarlatıyorum... Yok... İyice yanaşıyorum... Yok...
Ağzının içine giriyorum... Yok anam...
Yok yok yok... 
Anlamam mümkün değil... 

Ne yapsam, ne yapsam, hah, biletimi gösteriyorum, beden diliyle konuşmaya başlıyoruz ve en sonunda anlaşıyoruz, bembeyaz dişleriyle kocaman gülümsüyor, herkesi ite kaka yolu açarak, -öyle bir bağırıyor ki etrafa, otorite ya,  insanlar Kızıl Deniz'in ikiye ayrılması gibi ikiye ayrılıyorlar, bize yol açıyorlar, utanmasalar diz çökecekler- (sanki ben prensesim o da benim korumam, ööyle bir sahne yani), Allahım nasıl utanıyorum, ölücem; sonunda beni bir kapıya getiriyor ve gitmem gereken yeri tarif ediyor... 
Mevzu daha da uzamasın diye ben söylediği herşeyi anlamışım gibi yaparak kafamı sallayarak parmağının gösterdiği yere doğru yürümeye başlıyorum... 

Neyse diğer terminale gidecek otobüsü bulmam lazım ama onu bulana kadar çekmediğim kalmadı tabi, hadi buldum ama ona binebilmek başka bir hikaye... Bayağı dert anlatman falan gerekiyor otobüsün önündeki adama; onu vallahi senin o otobüse ait olduğuna ve ona binmen gerektiğine ikna etmen lazım bir kere... Boarding pass falan hak getire, bakmıyor çünkü... E başka ne göstermem gerekiyor ki ? Allahım yaaaa... Anlatmaya çalıştım, olmadı; bağırdım, olmadı; yalvardım, olmadı; tam en sonunda ağlıcam artık, arkadan biri beni demin ki polisle konuşurken görmüş (sanırım, tahmin ediyorum), adamı o ikna etti ve ben sonunda beni uçağıma götürecek otobüse binebildim...:) 
 
Ben otobüse bindim ve sizler hikayenin burada bittiğini düşünüyorsunuz  di mi ? :)
Ben otobüse bindim ve oturacak yer aramaya başladım, bir bakıyorum koridor bavul dolu ağzına kadar, geçmemin imkanı yok... 
Kenarlara basayım dedim kibarlıktan, arkamdakiler beni iterek yerdeki bavulların üzerlerine sanki kendilerininmiş gibi basa basa geçtiler ve kimse birşey demedi... İyi dedim, bende öyle yapayım bari, çıktım bavulların üstünde yürümeye başladım, ine çıka gittim en arkaya oturdum; kafamı bir kaldırdım, herkes bana bakıyor, hadi farklıyım kabul ama bu hiç alışık olmadığım birşey... Sonra da alıştığım birşey oldu bu gerçi, çünkü nereye gitseniz insanlar sizi izliyor, sadece oturuyor olsanız bile; daha çok küçük yerlerde, ama illede izleniyorsunuz...
Hani yan gözle, çaktırmadan baksalar iyi,  öyle başlarını arkaya çevirerek kara kara gözlerini dikerek direk sana bakıyorlar... Ne yapacağımı , ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım; kendime bakıyorum, üzerimde birşey mi var? Yok...  Etrafıma bakıyorum, birşey yok... O zaman kesin bir şey yapmış olmalıyım?.. Ne ? Acaba birinin bavuluna basarken birşey mi kırdım, ne bilim belki düzgün basma kuralına uymadım, onlar gibi yürümedim vs.? Ay Allahım neler oluyor yaaaa!
Ya korku filmindeyim yada kamera şakası !...
Kıpkırmızı oldum, bir sıcak bastı (zaten içerisi minimum 40 derece ), kesin ölüyorum...
Korkudan başladım herkese tatlı tatlı gülümsemeye, (korktuğum da en iyi yaptığım şeydir), tırstığımı belli etmemeye çalışıyorum, sanki korkumun kokusunu alacaklar...:) Baktım, gülümsediğim herkes bana geri gülümsüyor, nasıl rahatladım; tamam burada ölmicekmişim oh demek üzereyim ki, bir adamın bavulumu alıp diğerlerinin üstüne hoyratça attığını, bavulumun diğerlerinin üstlerine hottadanaaak diye indiğini ve arkasından da başka bir adamın, başka bir adamla beraber içinde benim gözüm gibi baktığım eşyalarımın olduğu bavulumun üzerine hoppaaaaaa ve paaaat diye kendilerini attığını gördüm; nefesim kesildi...
Birşeyler söylüyorum, bağırıyorum kalksınlar diye, yok anam derdimi anlatmam mümkün değil yine, kimse ingilizce bilmiyor ki,
hepsi yüzüme uzaydan gelmişim gibi bakıyorlar; fena şaşkınlar, niye bağırdığım hakkında en ufak bir fikirleri yok; durdum durumumu bir gözden geçirdim, zaten daha demin imajımı yeni düzeltmişim...(!) Sustum... Baktım uçağa yarım saat kalmış, oturdum yerime, herşey yolunda gibilerinden bir el hareketi yaptım, kafamı onlar gibi sağa sola salladım, gülümsemeye devam ettim ve otobüs hareket etti.
Bavulumun üstünde ki 2 adamla beraber...:)
Ve Hindistan'da ki hayatım böylece başlamış oldu...

Sero





İlk Sayfa - İlk Masal

Namaste



Bir blog hazırlayıp hayatımı paylaşmaya karar verdiğimde, başlangıç noktası için çocukluğumdan başlamak yerine, hayatımda çok önemli bir yeri olan, hayata ve insanlara olan bakış açımın değişmesinde büyük rol oynayan Hindistan'ı seçtim.

Artık hayata daha kısa saçlar ve
daha büyük gözlüklerle
bakıyordum...:)

Tanrının şanslı kullarındanım...

Çünkü çok gezdim, çok dolaştım, çok gördüm, çok tattım, çok okudum, çok yedim, çok paylaştım, çok insanla tanıştım, çok çok sevdim. Bu yüzden pek çok kişiden daha şanslı durumdayım. 
Çok gezdim diyorum ama bir bakıyorum ki, 5 kıtaya da gitmeme rağmen halen dünyanın yarısını bile gezmemişim...
Öğrenecek o kadar çok şey var ki, hepsine ölmeden nasıl yetişicem bilmiyorum...!!!

Küçüklüğümden beri bende bitmek bilmeyen bir merak duygusu hakim... Çoğu zaman başımı belaya sokarcasına...

Halama çekmişim aynı.. O da öyledir, hayatta olduğu yerde fazla kalamaz, afakanlar basar...
Maazallah!
Alır eline çantasını, yollara düşer hemen.
Demek ki bu genlerde var!
Allah'tan bir bilimsel açıklaması var bu durumun, yoksa ne yapardım ?

Kafamda bir sürü cevaplanması gereken aynı sorular...!!!

Nasıl biter bu aş erme ? Sonu var mı?
Nasıl geçer bu ille 'gitme' duygusu ? 
Nereye varacak bunun sonu?
Ne zaman popomu bir yere oturtabilicem ? 
Ne zaman durulucam?
Ne zaman normal bir hayatın özlemini çekicem ? 
Ben, ne zaman normal olucam ? 

Hani evlenmek, anne olmak, bir düzen kurmak ve kocanla yaşlanmak gibi duygulara ne zaman sahip olucam... ?!?

Bazı kadınlar beş yaşından itibaren düğünlerinde giyecekleri gelinlik modellerini bile bilirken, ben hala orada burada dolanayım... Artık ne varsa ! 

Of Allahım ben ne olucam ?


Annem artık göbeğinden çatladı, beni everemicek, başımı bağlayamıcak, torun sevemicek ve bu sebeple benden kurtulamıcak diye... Anneanneme göre ben çoktan ölmüşüm ağlayanım yok; bu yaşta kocasız, çocuksuzum diye... (Neydim dur ? Hah, meyvesiz ağaç)
Onları nasıl teselli edicemi bile bilmiyorum...


Çok sıkışırsam suçu direk halama atıyorum... Kulakları çınlasın :)

Bir sürü nişanlılık (sayılar önemli değil burada, hem rakam dediğin ne ki?) ama hiç düğün yok...
Ailede hiç kredim de kalmadı artık, kaç tane adam sokmuşum içlerine (ne demekse), hiçbiriyle de sonuna kadar gidememişim zaten, artık bir tane daha getirecek yüzüm yok...
Yok bu sefer nişanlanmak da yok artık, direk düğün anacım...

Sıradaki adam s.çtı yani...:)

Neyse uzatmadan...
 
Hindistan demiştim; orada gittiğim, gördüğüm yerler tam anlamıyla masalsı öğelere sahipti ve karşılaştığım insanlar tam anlamıyla masal kahramanlarıydı... 
Onların hepsini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Çünkü küçüklüğümden beri severim masalları ve masal yazabilecek hayal gücü olan insanları.!

Bu yüzden ben de sizlere kendimden masallar anlatmaya karar verdim...
Enjoy!

İlk Masal

     Geçen yıla kadar (2008-2010) yaklaşık 2 yıl Hindistan, Bangalore'da yaşadım.



Önce size hikayeyi en başından anlatmalıyım...
Bana ilk defa böyle bir seçenek sunulduğunda Hindistan'a gitme kararını almam sanırım üç saniye bile sürmedi. Hani çocukluğunuzdan beri hep bildiğiniz bir takım gerçekler vardır ve büyüdüğünüzde bunların başınıza gelmesi bu yüzden sizi  hiç şaşırtmaz. Yolumun bir gün Hindistan'a düşeceği, çocukluğumdan beri bildiğim ve hissettiğim gerçeklerden biriydi işte.  
Bu yüzden bana bu teklif geldiğinde pek şaşırmamış ve çok sevinmiştim.

Ustelik fena halde aşıktım ve Aşk'ın oraya gitmesi gerekiyordu... 


Aşk ve Ben
 Bu da benim için yeterli bir işaretti.

Nereye giderseniz gidin -eğer yeteri kadar cesursanız- kafanızı sokacak bir çatı, üzerinde uyuyacak bir yatak, para kazanacak bir  iş ve karnınızı doyuracak bir aş bulabilirsiniz.

Bence....

Ama AŞK öyle mi?

Öyle her zaman karşınıza çıkmaz, çıktı mı peşinden gitmenizi bekler. Onu pamuklara sarmanız, şımartmanız, pışpışlamanız gerekir. Hayatta aslolan Aşk'tır, bu yüzden herşeyden önemlidir benim için.  
Karşıma çıktığı andan itibaren onu takip etmekten hiç gocunmadım, hiç yorulmadım... Çünkü benim oluşumuma, ben olmama yardım eden en buyuk unsurlardan biridir AşK...
Onu yakaladım mı asla kaçırmam, yakasına yapıştığım gibi her yere takip ederim...

Bir gün yine ona rastladım ve gerekeni yaptım.

Peşinden Hindistan'a gittim. 



Gittim ve hayatımın en ilginç ve en güzel günlerini geçirdim orada...

Sonra da en kötü zamanlarını...

Ama hayat böyle işte !

Tam mutluyum, oldum artık, her şeyi biliyorum (ilişkilerle ilgili tabii, Gandhi olmadık daha), güvendeyim, adam iyi-düzgün, arkadaşlarım da hayran, budur artık, son duraktayım derken; öyle bir sürprizle çıkıyor ki karşına bir gün, sudan çıkmış balığa dönüyorsun. Öyle bir Osmanlı tokadı atıyor ki feleğini şaşıyorsun. Yaşının kaç olduğunun, tecrübelerinin, hislerinin derinliğinin, beyninin doluluğunun, ruhunun bilgeliğinin hiçbir önemi kalmıyor; küçücük, mini minnacık, masum bir kız çocuğu olduğun haline geri dönüyorsun. 
Kaçmak, kurtulmak, sonsuza kadar saklanmak, kalbini avuçlarına almak, yok olmak hatta yapabiliyorsan ana rahmine geri dönmek istiyorsun.

Sadece acı çekmemek için...
Sadece hissetmemek için...
Sadece kapanmak için...

Bir an için...

Her şeyi unutmak için...

Sonra anlıyorsun her şeyi... Dengeyi... Hayatı, doğayı, doğasını, neyi neden yaptığını... Başlarda zaten böyle yapacağına ve hiçbir şeyin sürpriz olmadığına dair verdiği ipuçlarını da görüyorsun; görüp anlıyorsun ama bu acını hafifletmiyor tabii...

Anlamakta kolay değil ha! Ööle "hah ben anladım" demekle olmuyor. Önce kendi kabuğundan ve kendi çemberinden çıkacaksın ve kendine, karşındakine ve olaylara öyle dışarıdan bakacaksın (!),
bakarken bak bakalım ne kadar tarafsız olacaksın?


Bazen anlamamak daha iyi aslında...

Sevdik...
Ama Aşk bu işte... !

Öyle aşka "hoş geldiiin" diye kucak açıp da, acıyı kapının dışında bırakmak var mı ayol!...
 Poh !!! 
(omuz silkme efekti)

Yok öyle yağma ! 

Kolay mı öyle lolipop mutluluklar, elele dünyayı dolaşmalar, küçük prensle gülünün hikayesine inanmalar, sonsuza sürecek büyülenmeler, sonu hep mutlu biten kahve falları, bulut üstü yolculuklar, pembe gözlükler, tanrısal sevişmeler, öpüşmeler, koklaşmalar  falan?

Kolay olsaydı annem de yapardı...

Ama kazın ayağı öyle değil 
(ne demekse)... 

Aşk da acı da aynı köydenler bir kere...
 İkisi de kardeş duygular...  Ayıramazsın birbirinden...

Gün gelir elbet acı çekersin, sevdiğin için...

Sevdiğin için...

 Sonra her şey geçiyor işte... 

Bir gün bir uyanıyorsun, bakıyorsun ki her şey geçmiş, bitmiş... 
O sonu gelmez, nefes kesen fırtınalar, seni boğan arkası kesilmez gözyaşları, koyu koyu kan kusmalar, seni olduğun yere mıhlayan kör olası hatıralar, içine düştüğün güvensizliğin kör kuyusu, seni bir çırpıda yutan girdaplar, geceleri üzerinde ağır ağır dolaşan kara basanlar, yavaş yavaş kan kaybından öldüğün savaşlar, içinde kayıp gittiğin -nereye, ne kadar düştüğünü bilmediğin- boşluklar, onun senin teninde bıraktığı ve üstüne yapışan tüm sıvılar; her şey, her şey, her şey ama 
h e r ş e y geçmiş bitmiş...


Rengarenk bir gök kuşağı çıkmış sonunda...


Bir bakmışsın ki, albümlerde kalmışsın...
Sende kalansa o ağır savaştan kalan koca bir yara izi...

 Anlamıyorsun nasıl bittiğini önce...  Hafzalan almıyor çünkü...
Pupil in denial...

Nasıl başladığını da anlamadığın gibi...
Makas Eller...
(ne alakaysa)

Hatta kabullenemiyorsun başta; Nasıl olur da artık acı hissetmiyorum, yastığım ıslak değil? Nasıl olur da ağlamıyorum diye kendinden şüphe ediyorsun ama zaman işte; senin yok olmana izin vermiyor...  
Asla...

Nasıl kızardım "geçecek, zaman her şeyin ilacıdır" diyenlere... ?
Niye kızıyorsam! Sanki daha öncekiler geçmedi ?
En son yaşadığın aşk hepsinden üstün ya, zannediyorsun ki o kalacak...

Ama zaman gerçekten her şeyin ilacı... 


Öyle boşa da geçmiyor...
Sen bu acıları çekerken zaman aslında seni iyileştirmeye başlıyor bir yandan... 
Ağladıkça temizleniyorsun, aynen gusülhanede yıkanır gibi...Bakamadığın aynalara bakmaya başlıyorsun yavaş yavaş... Seni yıkıp da öldürmeyen şey, gerçekten de güçlü kılıyor bir müddet sonra...
Sen bundan sağ çıkacağına inanmasan da...

Tek yan etkisi; birine tekrar güvenmekten, ona kendini, kalbini, ruhunu, bedenini açmaktan korkmak... 

Kendini yeni birine tekrardan ve en baştan anlatmak (kolay da değil, 38 yıl anacım) ve onu dinlemek, bu yeni duruma alışmaya çalışmak o kadar yorucu ki artık benim için... 

Hangi müziği dinler, hangi kitapları okur, hangi yemeği sever, hangi okula gitmiş, ailesi nasıl, nasıl büyümüş, en sevdiği renk, film, ülke, şehir, yazar, müzisyen vs... Çocukluk travmaları, aşk yaraları, öfkeleri, sevinçleri, kiraz ağacında kalan gömleği....!!!

Albümlerde kaldık !
  Offffff...

Korkuyla yaşanır mı ayol ?
Hem nereye kadar yaşayabilirsin ki böyle? Ömür boyu incinmemek için nereye kadar saklanabilirsin ki?
Hem aşk değil miydi sana hayatının en mutlu zamanlarını sunan?
Demek ki inadına korkunun üstüne gideceksin...

İnadına seveceksin...

İnadına yeniden Aşk'la karşılaşmaya inanacaksın ve buldun mu da peşinden gideceksin...

İnadına...(nasıl bir inatsa bu) :)



Sanki o acıları çeken sen değilmişsin gibi...
Sanki daha önce hiç aşık olmamışsın gibi...
Sanki sende hiç yara yokmuş gibi...
Sanki yeniden doğmuşsun gibi...

Kendinle alay edercesine...


Yeniden doğmamın şerefine dostlar...




Sero