7 Nisan 2011 Perşembe

Inanç ve Kader



Yazıma başlamadan evvel sizlerle paylaşmak istediğim bir konu var; 
maalesef çoğu insan gibi ben de insanları renkleriyle, görünüşleriyle, davranışlarıyla, gelenekleriyle, statüleriyle, inançlarıyla, politik görüşleriyle, tuttukları takımlarıyla hatta aile isimleriyle bile yargılayabiliyor(d)um... 
Neden? 

Bizim gibi düşünmedikleri, davranmadıkları, kuralları prensipleri bize uymadıkları, kısaca bize benzemedikleri için... Bu faşist tarafımı uzun zamandır fena halde törpülemeye çalışıyorum. Çünkü bizi toplumdan ve insanlıktan uzaklaştıran en büyük unsur bu bence... 

Daha çok egomuzun ve bize öğretilen yine klişeleşmiş markalılaşma ve gruplaşmaların bizi yönlendirdiği kesin ama böyle olan herkesi suçlamıyorum; yine de herkesin kendinden ve yaptığı seçimlerden sorumlu olduğunu düşünüyorum. 
Hayattaki yolumuzu kendimiz belirleriz, kısacası karakterimiz aslında bizim kaderimizdir. Kimse benim için kader kurbanı değildir, insanlar ancak kendi yaptıkları seçimlerin kurbanıdır ve bence her şey bir seçimden ibarettir.

İnandığımız tanrının bize sadece bir seçenek sunmuş olduğuna inanmayanlardanım. 

Yürüdüğümüz her yolun sağa sola dönüşleri olduğuna ve en azından herkesin en az iki seçeneği olduğuna inanıyorum. Dön ya da dönme. Yap ya da yapma. Git ya da gitme. Konuş ya da konuşma. Öldür ya da öldürme. Yargıla ya da yargılama. Her şey yaptığımız seçimlerden ibaret ve bu seçimler bizim kaderimizi oluşturuyor. Bu yüzden herkese, her türe, her şeye ve her inanca çok büyük bir saygım var. 

Hindistan'ın inançlarına da işte böyle yaklaşmalıyız. Sadece bizim gibi düşünmüyorlar, davranmıyorlar ve hatta bizim gibi ibadet etmiyorlar diye onları yargılayamayız. Bilip bilmeden, okuyup öğrenmeden, ineklere ve binlerce tanrılara tapındıklarını düşünüp onları küçümseyemeyiz. Çünkü her şeyde olduğu gibi, burada da her şeyin bir sebebi var. Hem de son derece mantıklı bir sebebi... Sadece kendimizden başka hikayeleri de dinlemeyi ve kabul etmeyi de öğrenmeliyiz, o kadar. 

Bunları neden mi anlatıyorum? 

Bugüne kadar bu konuda edindiğim ve şahit olduğum kötü tecrübelerden... İnsanlar hem öğrenmek istiyorlar, hem de kendilerinden olmayanı kabul etmiyorlar. Daha doğrusu insanlar bilmedikleri şeyden korkuyorlar ama öğrenmek için can da atmıyorlar.
Bu yüzden Hindistan'ın en yanlış bilinen yönü olan inançlarını yazmaya karar verdim. Ve bunu seve seve yapıyorum.

Hindistan dinler açısından diğer ülkelerden çok daha renkli bir ülke... Hinduizm’in kendi bile, her biri birbirinden farklı olan milyonlarca tanrısıyla başlı başına rengarenk bir din... Burada muhtemelen adını bile duymadığınız, varlığını bile bilmediğiniz bir sürü değişik inanç sistemiyle karşılaşıyorsunuz. Ülkenin büyük bir çoğunluğu Hindu olmasına rağmen, değişik oranlarda tüm dinlerden insan, mahalle, köy hatta iller ve eyaletletle karşılaşabiliyorsunuz.
Hinduizm dışında Budizm, Hıristiyanlık, İslam, Jainizm, Sikhizm, Zoroastrianizm ve neredeyse yok denecek kadar az Yahudilik Hindistan'ın belli başlı dinlerinden... Lakin bunlar arasında Hinduizm, Budizm ve Jainizm Hindistan felsefesindeki en eski olan dinler... İlginç olan başka gerçeklik ise; Hıristiyanlık ve Yahudilik Avrupa'ya ulaşmadan ilk kez Hindistan'da boy göstermiş olan dinlermiş. Kendimce bunun sebebinin daha çok yüzölçümünün inanılmaz büyüklüğüne, nüfusunun bu kadar kalabalık olmasına ve tabii ki diğer ülkeler tarafından defalarca işgal edilmesinden ileri geldiğini düşünüyorum. 

BUDİZM

Buddha
Buddha aslında Sakya Hanedan'ından gelen Sidartha adında genç bir prenstir. Ülkesinde yaşanan felaket ve sefaletlere dayanamayıp 29 yaşında eşini, çocuklarını ve krallığını ardında bırakarak, aydınlanmak amaçlı yola çıkar. Budizm'ın doğduğu yer ve ana vatanı olan Bodhgaya'da, Nirvana'ya ulaşarak Buddha unvanını aldığında sadece 35 yaşındadır. Nirvana “tam özgürlük” ve Buddha ise “ermiş kişi, aydınlanmış kişi” anlamına gelir. Budizmin temelinde eşitlik, hümanizm ve şefkat yer alır. Şiddetin her türüne karşıdırlar. Hayatın eziyetten ve acı çekmekten ibaret olduğuna ve ancak hayatta bağımlı hale geldiğimiz arzu, nefs ve bağımlılıktan vazgeçtiğimiz taktirde acılardan kurtulup Nirvana'ya ulaşılacağına inanırlar. 






Vipassana meditasyon, bu dinin temsil ettiği en bilinen meditasyon tekniğidir. Budizmin uygulandığı ülkeler haricinde de Hindistan'ın her yerinde bu meditasyonu uygulayabileceğiniz ashram'lar mevcuttur. 3-7 veya 10 günlük katılımlardan oluşan bu meditasyon türünde, katıldığınız süre boyunca sadece kendi halinize bırakılırsınız. Başkalarıyla konuşmanız hatta birbirinizi etkileyecebileceğiniz için göz göze gelmeniz bile yasaktır. Tam bir sessizliğe bürünmeniz ve kendi kendinizle başbaşa kalmanız ve içinize dönmeniz gerekir. Tüm bunları yaparken, çalışmadığınız ve uyumadığınız diğer tüm zamanlarda ise aynı pozisyonda kalarak tüm gün meditasyon yapmanız beklenir. Katılan arkadaşlarımın hepsinin söylediğine göre bu inanılmaz bir hayat tecrübesi olmakla kalmayıp, yeni kendinizi keşfediyormuşsunuz ve hatta büyük bir değişim geçiriyormuşsunuz. Ben sadece başka bir meditasyon türüyle beraber üç gün olanını yaptım ve kesinlikle söylemeliyim ki asla kolay bir şey değil ama kesinlikle tecrübe etmeniz gereken birşey; özellikle kendinizi yeni baştan keşfetmek istiyorsanız.

Bunu denememe rağmen daha henüz kendimi keşfedemedim ama insanlardan ve bu tekniği deneyen bazı arkadaşlarımdan dinlediğim kadarıyla, meditasyon sürecinin sonuna kadar sabrederseniz birer kaşif haline gelme şansınız yüksek. Tabii ki 10 günü geçirdikten sonra "tamam ben Nirvana'ya ulaştım, erdim, aydınlandım ve oldum artık" derseniz yine yanılırsınız, çünkü bu hayatınızın sonuna kadar sadık kalmanız ve uygulamanız gereken bir teknik; özellikle de hayatınızın ve sizin üzerinizdeki olumlu etkilerinin kalıcı olmasını sağlamak istiyorsanız... Hayatınızın sonuna kadar yapın ya da yapmayın, bilin ki o 10 günlük süreç hayatınızın en önemli süreci olacaktır. İyi bir öğrenci olmama rağmen, hayatımda asla iyi bir uygulayıcı olmadığım ve genelde esen rüzgara kapıldığım için, ne 2000 yılında öğrendiğim Transandantal meditasyonu ne de yukarıda bahsettiğim tekniği, olumlu etkilerine rağmen tembelliğimden uygulamıyorum işte... Kesinlikle büyük bir eksiklik...

300 milyon inananı olan Budizm, onlara göre bir dinden çok bir felsefe... Buddha da kesinlikle bir tanrı değil, tanrı olduğunu da iddia etmemiştir o sadece aydınlanmış ulu bilgedir.

Buradaki en büyük Budist topluluğu Dharamsala, Ladakh, Sikkim, Bodhgaya ve Himalaya bölgelerinde yaşıyor. Ve asırlar öncesinden gelen gelenekleri değiştirmeden aynı şekilde devam ettiriyorlar.



JAİNİZM

Buddha ile aynı dönemde yaşamış ve yine aynı dönemde ‘Mahavira' tarafından kurulmuştur. 

Dinin sembolü
Mahavira'nın kendisi Sanskritçe'de, “büyük kazanan”, “üstesinden gelen” anlamına gelen ‘jina' adıyla anılmış ve daha sonra bu din Mahavira'dan sonra Jainizm adını almıştır. Hinduizm ve Budizm'e benzer şiddet içermeyen bir çok öge barındırıyor, zaten şiddet karşıtı olmak Jainizm'in temelinde yatan bir unsur. Sadece hayvanların değil, bitkilerin bile öldürülmesine karşıdırlar. Bu yüzden çoğu bitkiyi yemezler ve bundan dolayı çok özel bir beslenmeleri vardır. 

Jainizm yıldızı
Buddha gibi Mahavira'da bu dinin ilk peygamberi değildir. Her iki din de Hinduizm gibi reenkarnasyona inanır.
İki Jain felsefesi vardır; 
Shvetember ve Digamber...

Shvetember'ler sadece erkeklerden oluşur, Mahavira gibi kıyafet giymezler ve tapınaklarından dışarı çıkm
azlar. Tamamen çıplak doğup, çıplak ölmeye inanırlar. Ben bu felsefeye inanan ve kendi tapınaklarında yaşayan insanların sadece fotoğraflarını gördüm, çünkü inanan değilseniz sizi tapınaklarına pek sokmuyorlar; ki bence bunda fayda var, çünkü bazıları çok yaşlı kişileri çıplak görmeyi kaldıramayabilir. Digamber'ler ise sadece beyaz kıyafet giyiyorlar ve aralarında kadınlar da mevcut... 
Hindistan'ın hemen her yerinde bu dine mensup takipçilerini görebilirsiniz.

SİKHİZM–Sihizm


Sihk'lerin çift kılıçlı sembolü
Diğerlerinden daha genç bir din olduğu için ancak 18 milyon takipçisi var. Sikh erkekleri saçlarını uzatır ve sakallarını hiç kesmezler. Saçlarını örtükleri ilginç bir türbanları vardır ve bu türbandan dolayı diğerlerinden ayrılıp tanınırlar. Bu dinin kurucusu Pakistan'in Punjab bölgesinde doğan ve Hintli bir aileden gelen “Nanak“ isimli bir Guru'dur. “Guru”nun anlamı özetle “öğretmen” demek... O devirlerde öğreten ve vaaz veren kişilere Guru denmiş ve günümüzde de hala aynı anlamda kullanılmaya devam ediyor.

Altın tapınak
Bazıları Guru Nanak Dev'in iki dinin en iyi taraflarını alıp bu dini yarattığını söyler. Bunlar İslam'ın tek ve görünmez tanrısı ile Hinduizm'in Karma ve reenkarnasyona olan inancıdır. Bu hayattaki davranışlarımızın diğer hayattaki kaderimizi etkileyeceğine ve yönlendireceğine inanırlar. Onlar da Hindu'lar gibi ölülerini yakarlar fakat onlar gibi dul kalan kadınların erkekleriyle birlikte yakılmasına inanmazlar. Buradaki Kast sistemini de yok sayarlar. Onların gözünde rengi, dili, dini ne olursa olsun herkes eşittir. Bu yönleriyle biraz da Sufizm'den etkilendiklerini düşünebiliriz. Hintliler gibi doğaüstü varlıklara inanmadıkları için hiçbirşeyden korkmazlar. Onları herkesten ayıran beş özellik vardır; Hiç kesmedikleri saçları, tarakları, kılıç ya da hançerleri, sağ bileklerine taktıkları bilezikleri ve şortları... Klasik bir Sikh, kıyafetiyle birlikte mutlaka bir kılıç taşır. Amritsar, Sikh'ların en çok yaşadığı ve en tanınmış ibadet yerleri olan “Altın tapınak”ın da bulunduğu bölgedir.

Dinin sembolü
ZOROASTRİANİZM İran'da orataya çıkmasına rağmen, bilinen en eski dinlerden biri olma özelliğine sahip olduğu için antik Yunanlılar tarafından da bilinmekteydi. Hatta ilk tek tanrılı din olduğu da söylentiler arasında... Karanlığın (kötünün) ve ışığın (iyinin) devamlı bir savaş halinde olduğuna inanırlar. İyi düşünen, iyi davranan ve iyi konuşan kişiler önünde sonunda ve mutlaka kazanırlar. Parsiler tarafından uygulanan bu din için hava, ateş, toprak ve su en önemli dört elementtir. Bu yüzden ölülerini yakmazlar; özellikle bu amaç için inşaa edilmiş özel kulelere yerleştirip, akbaba, kargalar veya vahşi hayvanlar tarafından yenmesini beklerler. Defin yeri kadın, erkek ve çocuk olarak üç bölümden oluşur ve ölülerin bedeni gagalanmaya müsait olarak açık ve çıplak olarak yerleştirilir. Kendi mezhepleri dışından kimseyi almadıkları gibi, kimseyi de vermezler. Din değişimine asla inanmaz ve buna müsaade etmezler.

Tower Of Silence

Bu dinin takipçileri daha çok Mumbai'de yaşar. Ölülerini defnettikleri kule olan “Tower of Silence” ise Mumbai'nin kesinlikle görülmesi gereken turistik yerlerinden biridir...








Bitti sanıyorsunuz di mi ama devamı haftaya :)

Sero

6 Mart 2011 Pazar

Hindustan'ın Gerçek Renkleri -Kadınlar ve Çocuklar-








                              O kadar güzeller ki !!!



Güzelleri de sadece güzel değiller, enfesler... 
Hani yurt dışında olsalar Vogue’un kapağını süsleyecek kadar nefes kesiciler. Lakin bunu kendileri bilmiyorlar. 
Siz beyazsınız diye size dünya güzeli muamelesi yapıp kendilerini son derece çirkin buluyorlar. Ne kadar güzel olduklarını söyleseniz bile buna inanmıyorlar, bugüne kadar kimse onlara bunu söylememiş çünkü. Son derece utangaçlar kendilerinden bahsedildiğinde, sizden konusmayı tercih ediyorlar. Derilerinin rengini sevmediklerini görünce, onlara aslında ne kadar güzel olduklarını kanıtlamak istercesine arkası gelmez iltifatlar etseniz bile farketmiyor. 



Çirkin olduklarına inanarak büyümüşler çünkü, değistirmeniz çok zor...


Halbuki altın takılar ve transparan tüm renkler bile daha güzel gözüküyor onların tenlerinde, daha çok parlayıp, daha da ışıldıyor... 
Dile geliyorlar sanki...


Rengarenkler... 

Birbirine asla gitmeyeceğinden emin olduğunuz renkleri aynı kıyafette taşımaktan korkmuyorlar. Hayatta gorebileceğiniz tüm florasan renkleri birarada kullanabildikleri gibi, kendilerine inanılmaz da yakıştırıyorlar...


Saree li Sero
Kendinize bakıp devamlı siyah ve toprak tonları giymenizden biraz rahatsız olmaya başlıyor ve gidip en yakın mağazadan kendinize en parlak renkte sari "saree" (ulusal giysileri) alıp ta giydiğinizde renklerin sizin üzerinde asla mutlu olamayacaklarını anlıyorsunuz... 
Bu yüzden elinizde olmadan yine toprak ve koyu renklere kayıyorsunuz, sağda ki fotoğrafta görüldüğü gibi. 

Yalnız aşağıda ki fotoğrafta alabileceğim en kırmızı saree yi almıştım ve sanırım rengi üzerimde taşıyabildim ama burada olsa giyer miydim..? Bilmiyorum :)
Malesef görüntümüz ve bedenimiz Hintli kadınlar gibi renklerle uyum sağlayamıyor, ne de olsa doğamızda yok, öğretilmemiş bize...

 Saree ise bence dünyanın bir kadına yakışabilecek en güzel giysisi. Ben kadını bu kadar feminen yapabilen bir kumaş parçasına daha evvel rastlamamıştım doğrusu. Elbiseyi taşıyışınız ve yürümeniz bile değişiyor giydiğiniz de. 
Tam anlamıyla her hareketinizle kadın oluyorsunuz. 
Yaşınız, kilonuz, boyunuz asla önemli değil, saree giymek sizi tek kelimeyle muhteşem gösterecektir inanın. 
Giysiyi taşımak o kadar da kolay değil. 6 metrelik kumaşı sarması ayrı bir sanat, gerçekten yetenekli olmanız gerekiyor, tüm giysiyi giymeniz minimum 20 dakika. Eliniz yavaşsa bir saat önceden hazırlanmaya başlamanızda fayda var. Öndeki pileler ya da drapelerle işiniz bittikten sonra saree ile yürümeyi de öğrenmeniz gerekiyor; şöyle hafif tekmelerle yürümeniz lazım ki öndeki fazla kumaş parçayı ayağınıza dolanmasın. 
Ama öğrendikten sonra işiniz kolay, çünkü bir kuğu zerafeti kazandırıyor saree size...

Yüzünde çiçek açtı :)
Tüm kadınlar “bindi” dedikleri ‘üçüncü göz' anlamına da gelen bir süs parçası yapıştırıyorlar alınlarının tam ortalarına. Hatta çocuklarda bile görüyorsunuz bunları. Çoğu ‘bindi'sini yapıştırıp, yüzlerinin ön tarafında saçlarının başladığı yere kırmızı toz sürerek evli olduklarını da böyle gösteriyorlar... 
Renklerin dansi 
Aslında ayak parmaklarına taktıkları yüzüklerde evli olduklarının bir göstergesi. Genelde eski zamanlarda erkekler, kadınların yüzüne direk bakılması asla kabul edilmediğinden, kadınların ayaklarına bakarak evli olup olmadıklarını anlıyorlarmış. Kadınlar evlendiklerinde genelde el parmaklarına yüzük takmıyorlar, ya ayaklarına yüzük takıyorlar ya da kocalarının verdiği evlilik kolyesini.
El parmaklarına yüzük takanlar ise sadece evli erkekler. Hayatımda bu kadar ziynete ve süse düşkün görmemiştim erkek cinsini. Işıltılı, sallantılı küpelerden tutun da parmaklarında ki tek taş yüzüklere kadar her türlü takıyı utanmadan, korkmadan hatta gururla taşıyorlar. Bakımlı olmalarıda gerekmiyor bunlar için. En garip görünüşlü erkeklerin boynunda sıra sıra kolye ve parmaklarında onlarca yüzük gormeniz işten bile değil.
Düğünleri ayrı bir yazı konusu
Malesef genelde cok erken yaşta evleniyor kızları ve erkekleri; hatta bazı köylerde 14 yaşında gelin olan bile var. Çoğu görücü usulü ile, ailelerinin seçtikleri kız veya erkeklerle evleniyor, birbirini severek evlenen neredeyse yok denecek kadar az. 

Bu tarafı bana Anadolu'muzun uzak diyarlarını hatırlatıyor. 

Bazı gelenekleri ise bizimkine çok benziyor, sadece onlara yükledikleri anlamlar ve söylemleri farklı. Çoğu yerde olduğu gibi burada da kadının adı yok. Bazı yerlerde insandan bile sayılmıyorlar. İnşaatlarda çalışanların ve kafalarında taş taşıyanların çoğu ise kadın. 

Bu yüzdendir evlendikleri zaman başlık parası ödeyenler de hep kız tarafı. Sadece bundan dolayı babalar çocukları kız doğunca çok sevinmiyorlar; ne kadar çok kız çocuk, o kadar çok başlık parası yükü demek. 
Damat

Bu başlık parası yüzünden çok dert çekenler, aşağılananlar, toplumun dışına itilenler, hatta intihar edenler bile mevcut. Burada ki intiharların çoğu hep bu sebepten kaynaklanıyor. Eğer kız babası başlık parasını tamamlayamamışsa damat tarafının kıza çektirmediği işkence kalmıyor, öyle ki çoğu zaman intihar etmesi için ısrar ve ikna bile ediyorlar. Böylece oğulları yeni bir gelin alabilme hakkını kazanıyor. Nede olsa yeni gelin aynı zamanda yeni başlık parası demek... 
Gordugum en guzel ciftti, Bollywood filmlerinden cikmiscasina
Erkeklerin çoğu (hepsi değil tabi)  o kadar bakımsız ve neredeyse o kadar korkunç görünümlüler ki; yanlarında dünya güzeli bir kadın gördüğümde ve üstelik bu kadınların bu erkeklerle evlenebilmek için dünyanın parasını ödediklerini düşündükçe genelde ağzım şaşkınlıktan açık kalıyor... 

Evlilik hayatta yapmanız gereken en önemli adımlardan biri burada. Evlendiğinizde size daha bir saygıyla yaklaşıyorlar, eğer bekarsanız size olan bakış açıları değişiyor. Hele kadınların en geç 30'undan sonra bekar olması gibi korkunç ve ayıp bir şey olamaz. Bu yüzden direk seni sorgulamaya başlıyorlar, sanki sende garip bir hastalık varmış gibi. 

Eğer buraya geliyorsanız ve yalnız başınıza seyahat ediyorsanız sırf bu yüzden mutlaka ya nişanlı yada evli olduğunuzu söylemeniz işinizi daha da kolaylaştırıyor. Eğer yanınızda erkek arkadaşınız varsa, erkek arkadaşınız olarak tanıtmak yerine nişanlım yada kocam demelisiniz. Eğer toplumda saygı görmek istiyorsanız tabi ki... 


Düğün törenleri de gördüğüm en ruhsal törenlerden biri. Doğduklarında hemen çıkarılan yıldız haritalarından yola çıkarak eş seçiliyor. Eğer harita birbirlerine uygun bir eş olduklarını söylemiyorsa izdivaç gerçekleşmiyor. Kız ve erkek evlenmeden önce birbirlerini ancak bir kaç saat görebiliyorlar ve o verilmiş süre de ise erkek kızı, burcundan tutun, aile ve çocuk hakkındaki düşüncelerinden, eğitimine kadar alakalı konularda bir mülakattan geçiriyor ve bu mülakatın sonucuna göre karar veriyor. Bu tabi ki daha eğitimli ailelerde görülen birşey. Büyük şehirlerde yaşayan ve finansal durumu çok iyi olan gençlerse bu yönteme baş vurmuyorlar tabi. Neyse, düğün törenlerinin ne zaman ve hangi saatte yapılacağına ise o kasta ait rahipler yine yıldız haritalarına bakarak karar veriyor. Eğer rahip düğün töreni için en iyi saatin sabah 08.20 yada gece 01.48 olacağını söylediyse tören tam o saatte ve o dakika da yapılıyor. Gelinle damat yorgun olur mu, uykusu gelir mi hiç önemli değil; rahip onları tam dedikleri saatte evlendiriyor...
Düğünlerini ayrı bir yazıda uzun uzun anlatmam lazım buraya sığması zor...:) 

Boşanmak ise başınıza gelebilecek en kötü olaylardan biri. Kötü karma sayılıyor ve hayattaki en büyük başarısızlığınız olarak görülüyor ve size olan saygılarını yitiriyorlar, hele kadınsanız... Tabi daha eğitimli ve modern ailelerde boşanmaya daha normal bir gözle bakıyorlar ama sayıları parmakla gösterilecek kadar az...

Tabi ki erkeklerin hepsi çirkin değiller. 
Bollywood'ta gercekten çok yakışıklı aktörler var ve yeni nesil ise özellikle fazlasıyla batıya ve markaya özenti ve son derece bakımlılar. 
Yine de kendi renklerini sevmiyorlar. 
Bu yüzden siyahlıklarını değiştirebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Televizyonlarda ve dergilerde renk açıcı kremlerin olduğu reklamları çok sık görüyorsunuz. İlk başta tüm bunlar beni şaşırmıştı fakat Batı'da ki ve bizdeki bronzlaşma ve solaryum çılgınlığını düşününce bir anda tüm bunlar bana normal gelmeye basladı.

Koyu olmak hakikaten büyük bir sorun burada. Toplumda bile sana rengin daha koyu olduğu için değer vermiyorlar, eğer diğerlerinden daha açık bir rengin varsa hayatının kolaylaştığını söyleyebilirim. Bu hayatın her kesmine yansıyor.
Erkekler daha açık renkli Hintlilerle evlenmeyi tercih ederken, kuyruklarda açık renklilere daha özel muamele yapılırken, iş görüşmelerinde özellikleri ve eğitimleri tıpatıp aynı iki adaydan daha açıik renkli olanı tercih edilirken, TV ve sinemalarda da hiç rengi koyu olan artist veya aktörlere rastlayamıyorsunuz. 

Koyu olanlar ise ya üçüncü sınıf bir aktördür, yada figürandır. 

Buraya ilk taşındığımda rengimden dolayı bana yapılan star muamelesinden biraz da olsa etkilenmedim değil. Herkes size farklı bir muamele gosteriyor. Kendinizi çok özel hatta ünlü biri gibi hissediyorsunuz. O kadar çok tanımadığınız insanlarla fotoğraf çektiriyorsunuz ki, gördüğünüz ilgiden biraz şımarıyorsunuz :) Gittiğiniz her yerde sizi başta rahatsız eden hatta zaman zaman öfkelendiren bakışlar, gülüşmeler, birbirlerini dürtmeler bir müddet sonra size normal gelmeye baslıyor ve en önemlisi bunun aslında kültürlerinin bir parçası olarak kabul ettiğinizde ise sizi neden farklı gördüklerini hatta onları anlamaya başlıyorsunuz. 

Lakin burada ne kadar uzun yaşasanız ve hayatları ve gelenekleriyle ilgili her şeyi öğrenseniz ve onlar gibi kafa sallamaya ve konuşmaya başlasanız bile asla onlardan biri olamayacağınızı ve sizi hep farklı göreceklerini kabul etmeniz gerekiyor...


O kadar guzeller ki insanin dili tutuluyor... Nadia
 Çocukları ise ayrı bir renk ve apayrı bir ışık... 


Diva
Nasıl aşığım buna... Eve getirmek istedim ama...
Giydikleri janjanli, yanar dönerli kıyafetler ise onlara apayrı bir güzellik ve zerafet katıyor. Hepsi de hani eve alıp götürmek ve bakmak isteyeceğiniz cinsten. 




Tanrı sanki buranın çocuklarına daha özel bir değnekle dokunmuş gibi.

Hepsinin gözleri minimum 50 yaşında size bakarlarken. Onlara baktıkça reenkarnasyonun varlığına inanasınız geliyor. O kadar derinler ki bazen kendinizden utanıyorsunuz hayatta neleri dert ettiğinizi, nelere kızdığınızı ve öfkelendiğinizi düşünürken. Bazen hayatın anlamını yada anlamsızlığını sadece onların gözlerinin içine bakarak kavrıyorsunuz.  
Tabi eğer sizinde ‘üçüncü gözünüz' açıksa... 
Poğaça II



Bazen bazı bebek ve çocukların gözlerinde ve yanaklarında sürmeye benzer bir siyahlık görüyorsunuz. Bu onları daha sevimli ve ilginç bir hale getiriyor. Bunun amacı ise çocukları kötü ruhlardan ve kötü karmadan korumak ! 

Sakın leke sanıp ta silmeye kalkmayın :)

Gozlerindeki ben
Gozleri 50 yasinda

Gittiğim en ücra köylerde bile birbiriyle kavga eden çocuklara rastlamadığımı belirtmeliyim. Bizimkiler gibi ortalık yerde sinir krizine girmiyorlar, annelerinin eteklerinden çekiştirip, oyuncakları için kavga etmiyorlar. Çünkü uğruna kavga edecekleri, sahip oldukları hiçbir şey yok. Sahip olduklarını ise paylaşmaktan çekinmiyorlar... 

O kadar sakinler ki, bebekleri bile onları güldürmeye çalıştığınızda tepki bile göstermeden sizi izliyorlar. 

Sanki hepsi hayatın asıl anlamını bulmuşlar ve soracağınız tüm soruların cevaplarını biliyorlarmış gibi bakıyorlar size. 

Onlara komik bile gelmiyorsunuz !!!







Sizi gördüklerinde yada fotoğraflarını çektiğinizde yada ellerine bir şey -tükenmez kalemlere bayılıyorlar- tutuşturduğunuzda o kadar heyecanlanıyorlar ve o kadar ağız dolusu gülüyorlar ve milyonlarca soru sorup sizin hakkındaki her şeyi o kadar büyük bir iştahla ve hevesle öğrenmeye çalışıyorlar ki...



-dilinizi bilmeseler bile-


....elinizde olmadan gerçek filozofların aslında onlar olduğunu düşünüyorsunuz....

Sero

Okul yolundalar ama ayakkabilari bile yok; yine de mutlular...



20 Şubat 2011 Pazar

En büyük kaos !


Trafikte bile kavga edenleri görmedim...!

Tabi ki hiç yok değil ama gerçekten çok büyük birşey olması gerekiyor kavga görebilmeniz için. Delhi gibi çok büyük şehirlerden bahsetmiyorum zaten. 
Bu kadar birbirine karışmış, kuralları olmayan, şerit ve ışık tanımayan, yaya nedir bilmeyen hatta varlıklarını dahi kabul etmeyen, resmen arapsaçı -ne demek 2 yıldır yıkanmamış, rastalı zenci saçı- gibi bir trafik olamaz... 
Dönüş mönüş, sinyal minyal hak getire; normal yürürken pat diye önünüze çıkan motosikletliden tutun, sen kendi şeridinde giderken karşıdan senin şeridi kendininki gibi kullanarak üstüne üstüne canavar gibi gelen ve ölmene ramak kala sağa geçen araçlardan tutun   (-tabi tüm bütün bunlar olurken, sen bildiğin tüm duaları sıralayarak kendi filminin şeridini izlerken, bindiğin tuk-tuk'un şöförünün sakinliğinden mi delirirsin, ona saldır mısın yoksa hayran mı olursun o da ayrı bir konu), yolun ortasında geviş getire getire memelerini yayarak oturan, bu yüzden bütün trafiği altüst eden ve sizin gideceğiniz yere geç kalmanıza sebep olan bir inek gördüklerinde, -ona müdahale etmeyi bırakın- neredeyse onu rahatsız etmemek adına ve inadına hızını emekleyen bebek hızına indirenlere kadar; herşey ama herşey kural dışı... 

Aynen böyle sırıtıyor herif,
ölümden döneli daha 10 sn. olmuş halbuki...:)
Pardon ya; 
herhangi bir kural olmadığı için kural dışı demek birden bana çok anlamsız geldi...:)
...
Sağına baktığında hiçbir hareket yokken, sola baktığında herşey hatta hayat bile normal giderken, tam karşıya geçmek için adım atmışken; önünden içindeki sürücünün senin korkuttuğundan dolayı çok eğlendiğinden pis pis sırıttığı son sürat bir tuk-tuk, dünyanın bedene en aykırı fizik hareketlerini yapmanı sağlayan muhtemelen üstüne maaile binilmiş bir motosiklet yada hunharca iğrenç bir kornaya basarak yüreciğini ağzında hissetmene ve bazı sıvılarının popondan akmasına sebep olan bir kamyon geçtiğinde, sen ölümüne yine saniye kala kanın donmuş bir şekilde kalakalmışken; bile kavga etmiyorlar..
Birbirlerine bağırmıyorlar bile... 
Sadece kornaya basıp, hatta ellerini kornadan çekmeyip yine elleriyle konusuyorlar; 
“ya naaapıyosssun yaa” diye... 
Bu cümle dünyanın her yerinde aynı işaretle yapılıyor sanırım... :) 


100 puanlık uzman sorusu; Ben bu fotoğrafı, yani bizim arabanın icinden karşı yönden gelmekte olan arabayı nasıl çekebildim?
Hindistan trafiği hakkında acayip iyi bir bilgi veriyor bu fotoğraf ! Allahtan Istanbul'dan benzer durumlara biraz alışığımda, Hindistan'daki 3.cü günümde bu tip seyl
er bana da normal gelmeye basladi ve hatta tepki bile göstermiyordum artık... Olacakla ölecek meselesi işte :)
Tam çarpma anından 2 saniye evvel kendi seridimize gecebildik Allaha şükür...:)


Solda ki fotoğraf Hindistan'ın her büyük şehrinde ki her büyük caddesinde görmeye alışık olduğum bir durumu anlatmaktadır... 
Ve bu anlatımda kesinlike bir abartı yoktur...:)

Kornalardan işitme duygumu hafif yitirmiştim doğrusu, sabah akşam kulağımın tenekesi sızlıyordu. Stres diye bir şey yok ya, kavga da etmiyorlar ya, tek dertleri kornaya basmak kardeşim, bastılar mı rahatlar... !

Git bas, dur bas, gec bas, gecme bas, dön bas dönme bas, hatta mümkünse elini hiç çekmeden basssssssssssss... 


Kamyonların bile arkasında "lütfen kornaya basınız" yazıyor hatta çoğu yerde kanunlar bunu sürücülerden istiyor, inanılacak gibi değil...! 

Bir de ben İstanbul'da ki sürücülere kızardım devamlı kornaya basıyorlar diye; yok anam buradakilerin gözünü seveyim, bizimkiler bunların yanında gayet naziklermiş...!

Renkler seyahat halinde...!

Bu kadar kat kat eteklere ragmen bu kadar mi dengeli ve rahat otururlar...?

 Yandaki fotoğrafta bulunan yerde ki cizili yaya gecidi varya, anlamini bilen varsa burada, bende.... ne olayim..!!!

Tabi bir müddet sonra sizde bu duruma alışıyorsunuz, öyle bir adapte oluyor ve hatta bünyeniz öyle bir uyum sağlıyor ki, ölüme 5 saniye kala bile gayet sakin bir şekilde koltuğunuzda oturup etrafa sırıtabiliyorsunuz...!!! 

Sanki herşey normalmiş gibi...!!! 
...Daaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaattt...
                     


                                                                                            Sero