29 Ağustos 2016 Pazartesi

Huzur masalı


Tamam tamam, peki, herşeyi ama her şeyi anlatacağım. Israr etmeyiniz artık... Goa'daki ilk günümden itibaren yaşadığım her şeyi bir bir anlatacağım. Tüm gerçekleriyle hem de, hiçbir şey saklamadan ama siz de beni sonuna kadar dinlemek zorundasınız!
Gerçi olan bitenlere hala kendim bile inanmakta güçlük çekerken, sizi nasıl inandırabileceğimi bilemiyorum doğrusu... Ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağım. Sizden tek ricam; beni dinlerken lütfen mantığınızın kapılarını kapatıp, kalbinizin penceresini açmanız... Belki o zaman, azıcık da olsa anlatacaklarıma inanma şansınız var.


Buraya gelmeye karar vermek son anda aklımıza gelen bir şeydi doğrusu... Aslında son yazımda Goa'dan bahsetmek de burayı özlememe sebep olmuştu. Bu yüzden heyecanla “Hadi Goa'layalım” deyince, herkes benim heyecanıma ortak olarak eşyalarını hazırlamaya başlamıştı bile...

Casa Britona
İlk işimiz uçağı ayarlamak olmalıydı, öyle ya sadece iki gün vardı gitmek için... Genelde minimum bir hafta önceden uçak rezervasyonunuzu yaptırmanız gerekiyor çünkü Goa çok popüler bir destinasyon turistler için; ama muson yağmurlarının cirit attığı bir sezonda olduğumuzdan dolayı yer bulmakta çok zorlanmadık. Uçak ayarlanınca, sıra kalacağımız yeri bulmaya geldi. Musonlardan dolayı çoğu yer kapalıydı. 'Spontan gidelim, bir yerde takılalım' yaşını da geçtiğimiz için aklımıza gelen her yere, herkese danışıyorduk. 


Odam
Bungalovlardan ağaç evlere, bambu kulübelerden lüks çadırlara kadar kalabileceğimiz her yer kapalıydı. Yine de şansımı zorladım... Goa'ya o kadar gitmeyi istiyordum ki gerekirse kumsaldaki sandalların altında bile yatardım. Allahtan buna gerek kalmadı, bir anda şansım yaver gitti ve ben kazara ‘Casa Britona' adında inanılmaz sevimli bir yer buldum. Her biri farklı bir karaktere sahip yedi adet muhteşem odası olan, nehrin hemen üstünde kurulmuş, ancak masal kitaplarında rastlayabileceğiniz bir yer Casa Britona... Geceliği 60 dolardı (6 yıl evvel)...


Şimdi gözlerinizi kapatın ve bir veranda düşünün; nehirle kendisini sadece bembeyaz ahşap korkulukların ayırdığı bir veranda! Kurbağa, sıçan ve cırcır böceklerinin volta attığı, adlandıramadığım daha pek çok nehir canlısının üstünde gezindiği tahtadan bir veranda... 



Hemen yanında ise her taraftan palmiyelerin fışkırdığı ve üstü palmiye yapraklarının gölgelendirdiği ufak bir yüzme havuzu... Ve Goa'nın o meşhur, yapış yapış iklimini, oranın ünlü baharatlı –acılı- ve naneli mojitolarıyla serinlettiğiniz bir gece hayal edin...  Üstelik bunlara bir de geceleri nehrin koynundan gizlice kaçan perilerin çatısında dans ettiği, Hansel ve Gretel'in masalındaki gibi kocaman bir kulübe ekleyin... Daracık bir yolu olan, koyun ortasına sıkışş kalmış, eskiyle yeninin birbirine aşık olduğu bir kulübe... Çoook eski, taa Portekizlilerin burayı istila ettiği dönemden kalan, eskiden malzeme deposu olarak kullanılan ve çoğunlukla ahşabın hükmettiği Portekiz tipi mimarisi ile son derece etkileyici bir mekandan bahsediyorum. Hayal gücünüzü az da olsa çalıştırmaya başlayabildim mi?


 İşte oraya rezervasyonumuzu yaptırdığım andan itibaren, kader benim için ağlarını örmeye başlamıştı bile… Havaalanında bizi karşılamaya gelen şoför kuşkulandırmalıydı beni aslında ama buraya geldiğimden dolayı o kadar mutluydum ki gözüm hiçbirşeyi görmüyordu. Şoförümüz 27 yaşında, ismi Nima olan bir Nepalliydi. Hiç rastladınız mı bilmiyorum, Nepalliler gördüğüm en huzur dolu gözlere ve en masum gülümsemelere sahip insanlardır; dolayısı ile Nima da onlardan biriydi. Uzun saçlı, son derece sevimli olan gülümsemesiyle birer çizgi haline gelen çekik gözleri ve o gözlerden akan masumiyet sayesinde söyleyeceği herşeye kolaylıkla inanacağınız biriydi Nima… 

Herkesin (dinlediğiniz taktirde) anlatacağı bir masalı vardır size. Kendisinin kahraman olduğu ama bunu kesinlikle farketmediği bir öyküsü vardır; anlatılmak için bekleyen. Yeter ki siz dinlemeye açın kulaklarınızı... Nima'nın öyküsü de şöyleydi;

Amcasının ısrarıyla daha annesinin karnındayken nişanlandığı kuzeniyle evlenmiş. 24 yaşına geldiklerinde amcası Nima'yi karşısına alıp “sen gençleşiyorsun, kızım ise yaşlanıyor, bir an evvel evlenin artık” diyerek evlendirmiş bunları. Önceleri kızı sevmiyormuş hep arkadaş olarak gördüğü için; kızın ona daha bebeklikten gönlü aktığı halde… Yine de verilen sözün tutulması gerektiği için evlenmişler. Tam bir yıl geçmiş aradan ve Nepal'de kazandığı ayda iki dolar yetmeyince atlamış Goa'ya gelmiş para kazanmak için, iki yıl evvel. Arkasında bir yaşına yakın oğlu ve sevmediğini sandığı karısını bırakarak… Burada geçirdiği her gün ve her gece, karısına daha da yakınlaştırmış onu ve buraya geldikten sonra anlamış aslında onu ne kadar sevdiğini. 
Nima'nın aşkı için mum yaktım...
Herkes sevgiden bahsedemez; Nima şevkle ve gururla bahsediyordu sevgiden işte... Hele aşktan söz etmek öyle her babayiğidin harcı değildir ama Nima hiçbir silah kuşanmadan, zırh giymeden söz ediyordu sevdiğinden ve ona olan aşkından. Kendisinin sadece bu yüzden gerçek bir kahraman olduğunu bilmeden... Karısının şaşılacak derecedeki çahilliğinin farkında olmasını ve onu her görüşünde yüzünde beliren kırmızı rengi seviyordu. Buraya geldiğinde İngilizce bile bilmiyormuş, dört ayda çatır çatır konuşmaya başlamış. Girebildiği her işi basamak gibi kullanarak, ayda 4000 Rupee (80 USD) kazanmaya basladığı şoförlüğe kadar yükselmiş. Aslında kardeşi ona Pune'de çalışğı otelde ayda 7000 Rupee'ye iş bulmasına rağmen, iş ahlakı, sadakati ve buranın sahibinin ona olan güveni yüzünden, gerçekten kendisi gibi çalışkan ve %100 güvenilir birini bulmadan gitmek ve patronunun ona olan güvenine ihanet etmek istemiyor. Kendi ailesi dahil anne ve babasına da bakmasına ve ayda 30 dolar kira vermesine rağmen...

Bu durum birden bana gerçek olamayacak kadar fazla iyi geldi. Fena kuşkulanmıştım; böyle insanlar var mıydı gerçekten! Yüzüne baktım, gözlerine diktim gözlerimi, hani ille yanlış bir tarafını yakalayayım diye... İnsanoğlu işte, kuşkulanıcaz ille herşeyden. Halbuki herşey insana güvenden başlar önce. Sen karşındakine, daha onu tanımadan güvenip kendini onun ellerine bırakacaksın ki asıl hayat ondan sonra başlasın. Yüzüne bakmaya devam ettim; suratının tam ortasına oturmuş, ona bakanı da rahatlatan bir huzur vardı ve baktıkça büyüyordu. Yüzündeki huzur birdenbire üstünden akarak somut bir şekile büründü, arka tarafa geldi ve aramızda bağdaş kurdu. Bağdaş kurmasıyla da dile geldi. Ufacık parmaklarıyla her birimize dokundu, kulaklarımıza fısıldadı ve bir anda tekrar soyut hale bürünerek aldığımız nefesle içimize girdi ve en derinlere doğru, kimselerin dokunamayacağı yerlere yayıldı. Otele vardığımızda dünyada olan hiçbir şey huzurumuzu bozamazdı artık.
Ben zaten mutluluğun tarifini bilmeyenlerdenim. Duyarlı, farkındalığı yüksek ve algısı açık olan kimsenin dünyadaki ve etrafındaki olaylara bakıp da tam anlamıyla mutlu yaşayabileceğine inanmayanlardanım. Dünyadaki en mutluların çocuklar, cahiller ve çingeneler olduğunu düşünenlerdenim. Ama iş huzura gelince değişiyor; huzura tüm kalbimle, tüm benliğimle, tüm duyularımla gözüm kapalı inanıyorum. Hayatımızda bizi dinginleştiren, olgunlaştıran, büyüten en önemli duygunun o olduğuna inanıyorum. Onsuz mutluluğun bile mutlu olmadığına inanıyorum.

Huzuru buldun mu kaçırmayacaksın arkadaşım; bulduğun yere yerleşeceksin ve peşini bırakmayacaksın. Yoksa kaçar. Öyledir huzur; bir oradadır, bir burada. Ona saygı göstermeyi bileceksin. Geldiği zaman yeteri kadar değer vermez, başının üstünde tutmaz, pışpışlamazsan küser, bir daha da zor gelir. Asla affetmez, unutmaz da ha! Öyledir huzur; biraz kinci…
İşte içimize aktığı o anda, öyle bir yapıştım ki ona, öyle bir sarıldım öyle bir koynuma soktum, öyle bir pamuklara sarıp sarmaladım ki; sıkıysa kaçsın.

İçimdeki huzurla beraber çevreyi biraz tanımak için yürümeye başladım. Etrafım evlerinin önüne oturup yetişebildikleri her kapıyla sohbet edenler, iş yapar görünenler, gerçekten iş yaptığını sananlar, eşiklerinde tabak çanak yıkayanlar, hedefleri olmamasına rağmen bir yere gidenler, tapınaklarına çiçekler koyanlar, balık ağlarını tamir edenler ve kıyafet sandıkları donlarıyla dolaşanlarla dolu...

Tanrım, buranın insanlarına bayılıyorum ben!

Beni görünce uzaydan gelmişim gibi bakmalarına, bana dokunmaya çalışmalarına, çillerimi elleriyle temizlemeye kalkmalarına, beni okumayı denemelerine, daha tanımadan beni sevmelerine bayılıyorum. Yürüdükçe attığım her adımın, baktığım her ağacın ve ağaçtaki yaprakların, her nehrin ve nehirdeki her damlanın, her evin ve duvarındaki tuğlalarının, her geçen dakikanın, her nefes alan varlığın beni kucakladığını hissettim. 
İçimdeki huzur bu hisle iyice büyüdü, taştı; ağzımdan burnumdan hatta gözlerimden fışkırarak doğaya savruldu ve dans etmeye, şarkılar söylemeye başladı. Ben onu izledikçe, ilgi gösterdikçe çocuklar gibi şımardı; şımardıkça yoluma çıkan herkesin koluna girdi, onlarla gülümsemelerinin kenarlarındaki çizgilerin üstünde halay çekti. Sonra döndü, bulabildiği her çocukla oyun oynamaya başladı; o kadar kaptırmıştı ki kendini, zorla yatıştırabildim zatı-şahanelerini. Çok keyifliydi haspam! Çok mutluydu çok!
Öyle ya, onu da doyurmak gerekiyordu arada bir ve huzur ağzına kadar dolmuştu.
Goa'nın ünlü Körili balığı
Yemek için geri döndüm. Döndüğümde yukarıda bahsettiğim ahşap verandanın üzerinde, nehri ayıran o beyaz korkulukların önünde, palmiyeli havuzun kenarında bembeyaz bir masa hazırlanmıştı.Hindistan'da yemekler yöre yöre farklılıklar gösterdiği için Goa'nın da kendine has yemek tarifleri var. En ünlüleri ise 'Fish ve Chicken Curry'...  Ben sizin de tahmin edeceğiniz gibi, yemeklerine de bayılıyorum ve enfes bir Fish Curry beni bekliyordu. 

Karnımızı iyice doyurduk; sadece geceleri ortaya çıkan, rüzgarın mırıltısı eşliğinde ve doğanın yarattığı senfoniyle, nehrin üzerinde parmak uçlarında dans eden su perilerini izleyerek… Kendileri aslında görünmez olduğu için, orada olduklarını ancak suyun üzerinde oluşan yuvarlak halelerden anlıyorsunuz. Eğer onlara inandığınızı belli ederseniz, o haleler neredeyse yukarıda onların çocuksu hallerine gülümseyen ayı da içlerine alacak kadar büyüyorlar ve -Sirenler misali- onlara katılmanız için bilmediğiniz ama anladığınız bir dille sizi çağırıyorlar. Elinizde olmadan onların bu çok şenlikli gösterisine katılmak istiyorsunuz ama içinizdeki kuşku maalesef buna engel oluyor ve sizi olduğunuz yere mıhlıyor. Bana da olan buydu. İçimde tüm bunların gerçek olamayacağına dair minik bir kuşku yeşermeye başlayınca olduğum yerde kalakaldım, aralarına dalamadım. Yine de gözlerimi izlediğim bu akıl almaz gösteriden ayıramıyordum. Ah şimdiki aklım olsa!
Nehir, üzerinde dans eden bu perilerden dolayı o kadar mutluydu ki, şakımaya ve olduğu yerde sallanmaya başladı. Suyunun çıkarttığı sesler bulutlara kadar ulaştı ve onları gıdıklamaya başladı. Gıdıklanan bulutlar,gülmeye, sağa sola kaçışmaya ve birbirlerine çarpmaya başladılar. O kadar çok ve gürültülü bir şekilde gülüyorlardı ki gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ve böylelikle perilerin dansına yağmur da katıldı. Nehrin üstünde hareket edebilecek yer kalmamıştı artık; tüm haleler birbirine karıştı ve rüzgar da bu karışıklıktan dolayı senfonisini iyice yükseltti. Perilerin yağmurla olan dansı neredeyse gece yarısına kadar sürdü. Artık uykum gelmişti.

Odaya çıktım, nehre bakan balkon kapısını açık bıraktım. Yağan yağmurun ve ahşap binanın konuşmaları içimdeki huzura çok iyi geliyordu. Huzur iyice kedi gibi bir iki olduğu yerde döndü, mıkladı, patileriyle yastığını kabarttı, top oldu ve 'binbir gece' masalını gördüğü rüyaya daldı. O dalınca ben de rüyaların en derininde, en lezzetlisinde yolumu kaybettim.
Tan vakti güneş çığlık ata ata uyandırdı beni. Güneşin çığğı mı olurmuş demeyin. Var. Hem de nasıl bir çığlık! İnsanın içine coşku veren, yataktan fırlatan ve güne başlamak için sizi sabırsızlandıran bir çığlık... Hemen kalkayım dedim ama içimdeki huzur buna engel oldu. Öyle ya, onun daha şöyle bir gerinmesi, şöyle bir titremesi ve ellerini ayaklarını her yerime uzatması gerekiyordu kalkmadan evvel. Çok erkendi ve ben nehire bakmak için balkona çıktım; dün geceki gösteriden sonra hala uyuyordu, kendine gelememişti.
Nasıl güzel zamandır bu zaman; nasıl da severim herkesin sadece nefes aldığı, doğanın bile uykuda olduğu, sadece yaramaz minik kuşların tüm erken kalkan ve kikirdeyen bebekler gibi cıvıldadığı zamanları... Kendinden başka kimse yoktur bu zamanda; yalnız kendinle sen... Gökyüzüne baktım, günü doğurmaya çabalıyordu; çektiği sancıdan yüzü kıpkırmızı olmuştu. Güneşin çığlıklarına katıldı, derin bir nefes aldı, son bir ıkındı, iyice kastı kendini ve gün tüm sevimliliğiyle bağıra bağıra dünyaya geldi. İşte bu zamanlarda tanrının varlığına tüm gücümle inanıyorum. Gökyüzündeki gün doğumu mucizesine tanık olup da, bu mucizeye eşlik eden bulutların salıncakta sallanmalarını ve günün doğumuyla ortaya çıkan renk senfonisini izleyip de tanrıya inanmamak mümkün değilmiş gibi geliyor. Eğer o gün elimde bunu çekebilecek güçte bir fotoğraf makinem olsaydı, bugün herkes tanrıya inanırdı.
Kahvaltımızı nehire bakan büyük balkonumuzdaki kanepemizde keyfekeder ettikten sonra muson yağmurlarına aldırmayıp, inadına plaja gitmeye karar verdik. Goa'da yolculuk etmenin en kolay yolu scooter kiralamak… Atladık motorumuza ve Baga Beach'e doğru yola çıktık.

Bizim kaldığımız yere en yakın plajlardan biriydi Baga... Oraya vardığımızda içim içime sığmıyordu. İki metreye yükselen dalgalar sahili öyle bir dövüyordu ki, sahilin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Dalgaların üzerinde yaşayan köpükler birbirleriyle şakalaşıyor, oyunlar oynuyorlardı. 

Plaj her zaman olduğu gibi çok kalabalıktı. Maalesef burada yaşayacağınız tek problem, kadın olup mayo ya da bikini giymeniz... Çok alışık olmadıkları için, üstelik sezon dışı böyle birilerini görünce iyice şoka giriyorlar ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Hele bir de beyaz tenliyseniz, onların gözünde yıldızlardan farkınız yok. Çok tanınmış biriymişim gibi herkes gelip benimle fotoğraf çektirmek istedi; niye hayır diyeyim ve onların huzurunu kaçırayım ki? Tam 25-30 kişiyle fotoğraf çektirdim. Şu anda kimbilir kaç kişinin albümünde nefes alıyorum, bikinili olarak? :) Mutlaka deneyin, siz de isteyen herkesle fotoğraf çektirin; kendinizi bir garip ama çok önemli biri gibi hissediyorsunuz. 


Çektirdiğim onlarca foroğraftan sonra, devamlı göz süzmeleriyle dikkatimi çekmeye çalışan ve gönderdiği aşk sinyalleriyle ille de beni kollarına davet eden denize doğru koşmaya başladımİçimdeki huzur da motordan indiğimden beri zaten tekmeleyip duruyor, itekliyordu beni “hadi, hadi, hadi” diye. Ne o, ille de yüzmek, suda olmak, dalgalarla boğuşmak çok iyi gelirmiş ona. 
Hayatımda hiç bu kadar sabırsız bir huzur görmemiştim doğrusu.

Baga Beach
Neyse, koşmaya başladım dalgalara doğru; ben koştukça, onlar çekildi, ben koştukça onlar çekildi, sanki benimle kovalamaca oynuyorlardı. Tam vazgeçip geri dönmeye karar vermiştim ki arkadan enseme doğru koca şaplağı yedim ve kendimi dalgaların içinde fırıl fırıl dönerken buldum. Sanki bezden yapılma bir bebektim, kemiklerim falan yoktu resmen. Nasıl dönüyorum ama... Yer gök karışş, birbirine girmiş, elim ayağım birbirine dolanmış, ne nerde bilmiyorum; tek bildiğim denizin dibinde bir dönme dolaba binmişim. En sonunda nerede olduğumun farkına varıp, kafamı sudan çıkardığımda bir şaplak da suratımın tam ortasına yedim ve ben kendimi tekrar dönme dolapta buldum. 
Muson zamanı
Tam kızmaya başlıyordum ki dalgaların üzerindeki köpüklerin kıkırdadığını ve benimle dalga geçtiklerini gördüm. Ben de onlara katılarak başladım gülmeye, onlarla eğlenmeye. Onlar, dev dalgaları sörf tahtası gibi kullanıp üstüme üstüme geldikçe, ben de korkacağıma inadına onlara doğru koşup kendimi kucaklarına atıyordum, onlar da beni her yanımdan kucaklıyorlardı. O kadar çok gülmüşüz ki, gülüşlerimizin çınlaması yine bulutlara kadar ulaşmış bu arada. Bundan sonrasını tahmin edersiniz zaten... Gıdıklanan bulutlar, birbirlerine çarpmalar, gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeler ve yağmur damlacıkları... köpükler, kumlar ve biz birbirimizle şakalaşmaya devam ettik.




Otele döndüğümüzde dev dalgalarla ettiğimiz mücadelelerden dolayı kendimizi son derece yorgun fakat inanılmaz mutlu hissediyorduk. İçimdeki huzurun keyfine diyecek yoktu doğrusu. Duş alıp, kendimizi balkondaki yumuşacık kanepeye attık. Kitap okumaya başladım. 
Gabriel Garcia Marquez
Bir anda aşırı mutluluğun ve dalgalarda savrulmanın verdiği sarhoşluğun etkisinden olacak, elimdeki kitap bir anda titremeye başladı; ne olduğunu anlayamadan parmaklarımın arasından kurtuldu ve yere attı kendini. Açık olan sayfasından bir anda karakterler dışarı fırlamaya başladılar. Belki 4-5 kere okuduğum Marquez'in yüzyıllık yalnızlığı bitmiş, herkes bir araya toplanmış, ahşap zeminin üzerinde, adeta bir kokteyl havasında elinde içkilerle aile ağaçlarından, geçmişten ve yaşadıklarından söz ediyorlardı. Ne olduğunu anlayamadan kendimi onların arasında kitaptan bahsederken buldum. O kadar kalabalıktık ki kimin kim olduğunu anlayamıyordum. Bir ara gözüme Gabriel'in kendisi takıldı, yüzlerce kişi arasından seçebilmiştim onu. Kendisi baş kahraman Jose Arcadio ile dertleşiyor, ona karısı hakkında bir takım öğütler veriyordu. Aklımda ona binlerce soru sormak vardı. Esir alıp, gerekirse işkence ederek, zorla, sabaha kadar onu konuşturmak ve sorularıma yanıt almak istiyordum. Yanına gittim ama... sesim çıkmadı. Nasıl perilerin dans çağrısında olduğum yere mıhlandımsa, şimdi de aynı öyle oldu. Hareket edemiyordum, sesim de çıkmıyordu. Kendimi anın büyüsüne o kadar kaptırmıştım ki hiçbir şeyin önemi yoktu! 
Jose Arcadio Buendia


Amaranta Ursula


Bhubi
Tam silkelenip ben de muhabbete katılmaya karar vermiştim, Bhubi (dünyadaki en sevimli garson ödülü kendisine aittir) aksaya aksaya geldi ve yemeğimizin hazır olduğunu söyledi. Hemen gözlerimi tekrar Gabriel'e çevirdim, ama hepsi kitabın içinde çoktan yerlerini almışlardı bile... 
Bu sefer yağmurdan dolayı masayı bizim balkona kurmuşlardı. Üzerinde yemekler hazır ve nazır, dumanı üstünde, sıcacık bizi bekliyordu. Bir yandan da bizi sivrilerden korumak için tütsü yakmışlardı ayaklarımızın altında. Buranın sivrileri de sivridir hani!

Mum ışığı, nehrin sesi, yıldızlar, cırcırların şarkısı, yemeklerin tarif edilemez lezzeti derken birden oturduğum yerden havalandığımı hissettim. Ayaklarım yerden kesilmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, ayaklarımızın altına koydukları tütsüden çıkan dumanın beni taşıdığını farkettim. Duman büyüdü, büyüdü, üstüne oturabileceğim hale geldi ve beni nehrin üzerinde uçurmaya başladı. Sanki uçan halının üstünde oturuyordum ve o beni yolculuğa çıkarmıştı. Etrafta gördüğüm herşey bana el sallıyordu. Huzur bunu fırsat bilip içimden çıkarak yanıbaşıma oturuverdi ve parmağıyla onu nelerin mutlu ettiğini göstermeye başladı bir bir. Envai renkte ve envai çeşitte binlerce kuş bize şarkılarıyla ve kanatlarıyla eşlik etmeye geldiler. Onların kanatlarının altındaki rüzgar bizi daha da uzaklara taşıdı. 
Alaaddin'in sarayı
Alaaddin ile Yasemin'in yaşadığı saraya götürdü. Büyülenmiş gibiydim; gerçekten de bir masalı yaşıyordum. Tam kendimi bütün bunlara kaptırmıştım ki birden üstünde oturduğum dumanın yavaş yavaş azaldığını farkettim; geri dönme zamanımız gelmişti artık.

Balkonumuza dönünce huzur tekrar içime daldı ve öyle bir esnedi ki onun yüzünden yatağa gidip uzanmak durumunda kaldım. Yatak inanılmaz asil bir yataktı, o kadar dönüp durmama rağmen hiç bozulmuyordu ve beni zevkle taşıyordu üstünde. Uykuya dalarken yatağın bana keyifle gülümsediğini gördüm. Ufak bir kelebekçik geldi, yanağıma minik bir buse kondurdu, o buse vücudumun her yerini sarmaladı ve ben yine düşler alemindeki izleyici rolüme geri döndüm.

Uyandığımda herşey normale dönmüştü. Yaşadıklarımdan eser kalmamıştı. Neler olduğunu anlayamıyordum. Açıklayamıyordum da. Gördüklerim karşısında şaşkınlık içerisindeydim ama yaşayıp yaşamadığımdan tam emin değildim. Dönme zamanım gelmişti ama ben geri dönmek istemiyordum. Geri döneceğimi bildikleri için mi artık yoktular? Nereye gitmişlerdi? Herşey bir rüya mıydı? Kaldı ki herşeyi kendi gözlerimle görmemiş miydim? Yaşadığım her şey tamamen hayal miydi?

İçine huzur kaçmış Sero




Uçağa binip, gerçek hayata geri dönene kadar yaşadıklarımın etkisinden kurtulamadım.
Bu okuduklarınız size tuhaf gelebilir; dediğim gibi ben bile gördüklerime inanmakta güçlük çekiyorum ama anlatmamı siz istediniz ve ben size herşeyi olduğu gibi, hiçbir şeyi değiştirmeden anlattım. Bana inanmıyorsanız, bir de yanıbaşımda uzanmış, ayaklarını koltuğumun tepesine uzatmış, kafasını kucağıma gömmüş, bir yandan yazı yazan bir yandan da bana masallar anlatan huzura sorun...




























PS: Bu masalda emeği geçen tüm kişiler, isimler ve yerler tamamiyle gerçektir.

                                                       Sero