2 Şubat 2011 Çarşamba

Baharat ve Maharaja Yurdunda ki İlk Günüm



İlk günüm...
Bakmayın güldüğüme, korkudan ölüyorum...:)
 Hindistan'a ilk varışımı dün gibi hatırlıyorum... 

Daha önceden o kadar çok seyahat etmiş olmama rağmen Mumbai Havaalanı'na indiğim ilk dakikadan itibaren yaşadığım kültür şoku bana birden çok fazla gelmişti. Üstelik her yerde karanlık; akşam inilir mi, gündüz in işte ilk kez gittiğin yere di mi? Hani güçlü bir kadın portresi çizerim genelde, insanlar beni ayakları yere basan, sağlam hatta kavgacı biri olarak görürler, daha önce de bir çok kez  yalnız seyahat etmiş olama rağmen ilk kez bir yerden, bir havaalanından, insanlardan ve kalabalıktan ürktüğümü hatırlıyorum...
Neyse, aktarmam var üstelik, Mumbai'den Bangalore uçağına gitmem gerekiyor ve bunu yapabilmem için toplam 1 saatim var. Burada olsa kuyruğu bile beklemeden (öyle ya bir saatim kalmış), bağıra çağıra insanlardan izin isteyerek, ittirerek hatta yara yara geçerek uçağa giderim ama orada; gıkım çıkmıyor...     
Ağzımı açıyorum, ses yok...


 Birşeyler söylemeyi başarıyorum sonunda ama kimseden bir tepki yok. Derdimi anlatmaya çalışıyorum, yetişmem gereken bir uçak ve bu yüzden acelemin olduğunu falan; yok kimse ingilizce biliyormuş gibi gözükmüyor. Hani bir zamanlar İngiliz sömürgesi olan bu ülkenin 2.ci resmi dilinin İngilizce olması gerekmiyor mu yahu ? Nasıl ya? Nasıl anlatıcam derdimi şimdi ben, kimse İngilizce bilmiyor mu burada...?  Bilmiyor işte...
Üstelik nasıl da kalabalık; sanırsın ki toplam 1.2 milyarlık nüfusun yarısı burada...

  Allahım ne yapıcam ben diye kara kara düşünürken, rengimin beyaz olması ve öyle salak salak etrafa bakınmam falan işe yaradı ve bir polis benimle konuşmaya başladı. İngilizce biliyor musunuz diye sorduğumda "yes" dedi ya, adamın boynuna sarılıcam utanmasam.
Başladım derdimi anlatmaya, uçağa yetişmem gerektiğini vs. ve adam bana beni anladığını gösterir şekilde kafasını sallayarak benimle ingilizce konuşmaya başladı; başladı ama bu defa da aksanını anlayana aşkolsun...! 
Sorular soruyor, bende tık yok...
Gözünün içine bakıyorum... Yok... Tekrarlatıyorum... Yok... İyice yanaşıyorum... Yok...
Ağzının içine giriyorum... Yok anam...
Yok yok yok... 
Anlamam mümkün değil... 

Ne yapsam, ne yapsam, hah, biletimi gösteriyorum, beden diliyle konuşmaya başlıyoruz ve en sonunda anlaşıyoruz, bembeyaz dişleriyle kocaman gülümsüyor, herkesi ite kaka yolu açarak, -öyle bir bağırıyor ki etrafa, otorite ya,  insanlar Kızıl Deniz'in ikiye ayrılması gibi ikiye ayrılıyorlar, bize yol açıyorlar, utanmasalar diz çökecekler- (sanki ben prensesim o da benim korumam, ööyle bir sahne yani), Allahım nasıl utanıyorum, ölücem; sonunda beni bir kapıya getiriyor ve gitmem gereken yeri tarif ediyor... 
Mevzu daha da uzamasın diye ben söylediği herşeyi anlamışım gibi yaparak kafamı sallayarak parmağının gösterdiği yere doğru yürümeye başlıyorum... 

Neyse diğer terminale gidecek otobüsü bulmam lazım ama onu bulana kadar çekmediğim kalmadı tabi, hadi buldum ama ona binebilmek başka bir hikaye... Bayağı dert anlatman falan gerekiyor otobüsün önündeki adama; onu vallahi senin o otobüse ait olduğuna ve ona binmen gerektiğine ikna etmen lazım bir kere... Boarding pass falan hak getire, bakmıyor çünkü... E başka ne göstermem gerekiyor ki ? Allahım yaaaa... Anlatmaya çalıştım, olmadı; bağırdım, olmadı; yalvardım, olmadı; tam en sonunda ağlıcam artık, arkadan biri beni demin ki polisle konuşurken görmüş (sanırım, tahmin ediyorum), adamı o ikna etti ve ben sonunda beni uçağıma götürecek otobüse binebildim...:) 
 
Ben otobüse bindim ve sizler hikayenin burada bittiğini düşünüyorsunuz  di mi ? :)
Ben otobüse bindim ve oturacak yer aramaya başladım, bir bakıyorum koridor bavul dolu ağzına kadar, geçmemin imkanı yok... 
Kenarlara basayım dedim kibarlıktan, arkamdakiler beni iterek yerdeki bavulların üzerlerine sanki kendilerininmiş gibi basa basa geçtiler ve kimse birşey demedi... İyi dedim, bende öyle yapayım bari, çıktım bavulların üstünde yürümeye başladım, ine çıka gittim en arkaya oturdum; kafamı bir kaldırdım, herkes bana bakıyor, hadi farklıyım kabul ama bu hiç alışık olmadığım birşey... Sonra da alıştığım birşey oldu bu gerçi, çünkü nereye gitseniz insanlar sizi izliyor, sadece oturuyor olsanız bile; daha çok küçük yerlerde, ama illede izleniyorsunuz...
Hani yan gözle, çaktırmadan baksalar iyi,  öyle başlarını arkaya çevirerek kara kara gözlerini dikerek direk sana bakıyorlar... Ne yapacağımı , ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım; kendime bakıyorum, üzerimde birşey mi var? Yok...  Etrafıma bakıyorum, birşey yok... O zaman kesin bir şey yapmış olmalıyım?.. Ne ? Acaba birinin bavuluna basarken birşey mi kırdım, ne bilim belki düzgün basma kuralına uymadım, onlar gibi yürümedim vs.? Ay Allahım neler oluyor yaaaa!
Ya korku filmindeyim yada kamera şakası !...
Kıpkırmızı oldum, bir sıcak bastı (zaten içerisi minimum 40 derece ), kesin ölüyorum...
Korkudan başladım herkese tatlı tatlı gülümsemeye, (korktuğum da en iyi yaptığım şeydir), tırstığımı belli etmemeye çalışıyorum, sanki korkumun kokusunu alacaklar...:) Baktım, gülümsediğim herkes bana geri gülümsüyor, nasıl rahatladım; tamam burada ölmicekmişim oh demek üzereyim ki, bir adamın bavulumu alıp diğerlerinin üstüne hoyratça attığını, bavulumun diğerlerinin üstlerine hottadanaaak diye indiğini ve arkasından da başka bir adamın, başka bir adamla beraber içinde benim gözüm gibi baktığım eşyalarımın olduğu bavulumun üzerine hoppaaaaaa ve paaaat diye kendilerini attığını gördüm; nefesim kesildi...
Birşeyler söylüyorum, bağırıyorum kalksınlar diye, yok anam derdimi anlatmam mümkün değil yine, kimse ingilizce bilmiyor ki,
hepsi yüzüme uzaydan gelmişim gibi bakıyorlar; fena şaşkınlar, niye bağırdığım hakkında en ufak bir fikirleri yok; durdum durumumu bir gözden geçirdim, zaten daha demin imajımı yeni düzeltmişim...(!) Sustum... Baktım uçağa yarım saat kalmış, oturdum yerime, herşey yolunda gibilerinden bir el hareketi yaptım, kafamı onlar gibi sağa sola salladım, gülümsemeye devam ettim ve otobüs hareket etti.
Bavulumun üstünde ki 2 adamla beraber...:)
Ve Hindistan'da ki hayatım böylece başlamış oldu...

Sero





İlk Sayfa - İlk Masal

Namaste



Bir blog hazırlayıp hayatımı paylaşmaya karar verdiğimde, başlangıç noktası için çocukluğumdan başlamak yerine, hayatımda çok önemli bir yeri olan, hayata ve insanlara olan bakış açımın değişmesinde büyük rol oynayan Hindistan'ı seçtim.

Artık hayata daha kısa saçlar ve
daha büyük gözlüklerle
bakıyordum...:)

Tanrının şanslı kullarındanım...

Çünkü çok gezdim, çok dolaştım, çok gördüm, çok tattım, çok okudum, çok yedim, çok paylaştım, çok insanla tanıştım, çok çok sevdim. Bu yüzden pek çok kişiden daha şanslı durumdayım. 
Çok gezdim diyorum ama bir bakıyorum ki, 5 kıtaya da gitmeme rağmen halen dünyanın yarısını bile gezmemişim...
Öğrenecek o kadar çok şey var ki, hepsine ölmeden nasıl yetişicem bilmiyorum...!!!

Küçüklüğümden beri bende bitmek bilmeyen bir merak duygusu hakim... Çoğu zaman başımı belaya sokarcasına...

Halama çekmişim aynı.. O da öyledir, hayatta olduğu yerde fazla kalamaz, afakanlar basar...
Maazallah!
Alır eline çantasını, yollara düşer hemen.
Demek ki bu genlerde var!
Allah'tan bir bilimsel açıklaması var bu durumun, yoksa ne yapardım ?

Kafamda bir sürü cevaplanması gereken aynı sorular...!!!

Nasıl biter bu aş erme ? Sonu var mı?
Nasıl geçer bu ille 'gitme' duygusu ? 
Nereye varacak bunun sonu?
Ne zaman popomu bir yere oturtabilicem ? 
Ne zaman durulucam?
Ne zaman normal bir hayatın özlemini çekicem ? 
Ben, ne zaman normal olucam ? 

Hani evlenmek, anne olmak, bir düzen kurmak ve kocanla yaşlanmak gibi duygulara ne zaman sahip olucam... ?!?

Bazı kadınlar beş yaşından itibaren düğünlerinde giyecekleri gelinlik modellerini bile bilirken, ben hala orada burada dolanayım... Artık ne varsa ! 

Of Allahım ben ne olucam ?


Annem artık göbeğinden çatladı, beni everemicek, başımı bağlayamıcak, torun sevemicek ve bu sebeple benden kurtulamıcak diye... Anneanneme göre ben çoktan ölmüşüm ağlayanım yok; bu yaşta kocasız, çocuksuzum diye... (Neydim dur ? Hah, meyvesiz ağaç)
Onları nasıl teselli edicemi bile bilmiyorum...


Çok sıkışırsam suçu direk halama atıyorum... Kulakları çınlasın :)

Bir sürü nişanlılık (sayılar önemli değil burada, hem rakam dediğin ne ki?) ama hiç düğün yok...
Ailede hiç kredim de kalmadı artık, kaç tane adam sokmuşum içlerine (ne demekse), hiçbiriyle de sonuna kadar gidememişim zaten, artık bir tane daha getirecek yüzüm yok...
Yok bu sefer nişanlanmak da yok artık, direk düğün anacım...

Sıradaki adam s.çtı yani...:)

Neyse uzatmadan...
 
Hindistan demiştim; orada gittiğim, gördüğüm yerler tam anlamıyla masalsı öğelere sahipti ve karşılaştığım insanlar tam anlamıyla masal kahramanlarıydı... 
Onların hepsini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Çünkü küçüklüğümden beri severim masalları ve masal yazabilecek hayal gücü olan insanları.!

Bu yüzden ben de sizlere kendimden masallar anlatmaya karar verdim...
Enjoy!

İlk Masal

     Geçen yıla kadar (2008-2010) yaklaşık 2 yıl Hindistan, Bangalore'da yaşadım.



Önce size hikayeyi en başından anlatmalıyım...
Bana ilk defa böyle bir seçenek sunulduğunda Hindistan'a gitme kararını almam sanırım üç saniye bile sürmedi. Hani çocukluğunuzdan beri hep bildiğiniz bir takım gerçekler vardır ve büyüdüğünüzde bunların başınıza gelmesi bu yüzden sizi  hiç şaşırtmaz. Yolumun bir gün Hindistan'a düşeceği, çocukluğumdan beri bildiğim ve hissettiğim gerçeklerden biriydi işte.  
Bu yüzden bana bu teklif geldiğinde pek şaşırmamış ve çok sevinmiştim.

Ustelik fena halde aşıktım ve Aşk'ın oraya gitmesi gerekiyordu... 


Aşk ve Ben
 Bu da benim için yeterli bir işaretti.

Nereye giderseniz gidin -eğer yeteri kadar cesursanız- kafanızı sokacak bir çatı, üzerinde uyuyacak bir yatak, para kazanacak bir  iş ve karnınızı doyuracak bir aş bulabilirsiniz.

Bence....

Ama AŞK öyle mi?

Öyle her zaman karşınıza çıkmaz, çıktı mı peşinden gitmenizi bekler. Onu pamuklara sarmanız, şımartmanız, pışpışlamanız gerekir. Hayatta aslolan Aşk'tır, bu yüzden herşeyden önemlidir benim için.  
Karşıma çıktığı andan itibaren onu takip etmekten hiç gocunmadım, hiç yorulmadım... Çünkü benim oluşumuma, ben olmama yardım eden en buyuk unsurlardan biridir AşK...
Onu yakaladım mı asla kaçırmam, yakasına yapıştığım gibi her yere takip ederim...

Bir gün yine ona rastladım ve gerekeni yaptım.

Peşinden Hindistan'a gittim. 



Gittim ve hayatımın en ilginç ve en güzel günlerini geçirdim orada...

Sonra da en kötü zamanlarını...

Ama hayat böyle işte !

Tam mutluyum, oldum artık, her şeyi biliyorum (ilişkilerle ilgili tabii, Gandhi olmadık daha), güvendeyim, adam iyi-düzgün, arkadaşlarım da hayran, budur artık, son duraktayım derken; öyle bir sürprizle çıkıyor ki karşına bir gün, sudan çıkmış balığa dönüyorsun. Öyle bir Osmanlı tokadı atıyor ki feleğini şaşıyorsun. Yaşının kaç olduğunun, tecrübelerinin, hislerinin derinliğinin, beyninin doluluğunun, ruhunun bilgeliğinin hiçbir önemi kalmıyor; küçücük, mini minnacık, masum bir kız çocuğu olduğun haline geri dönüyorsun. 
Kaçmak, kurtulmak, sonsuza kadar saklanmak, kalbini avuçlarına almak, yok olmak hatta yapabiliyorsan ana rahmine geri dönmek istiyorsun.

Sadece acı çekmemek için...
Sadece hissetmemek için...
Sadece kapanmak için...

Bir an için...

Her şeyi unutmak için...

Sonra anlıyorsun her şeyi... Dengeyi... Hayatı, doğayı, doğasını, neyi neden yaptığını... Başlarda zaten böyle yapacağına ve hiçbir şeyin sürpriz olmadığına dair verdiği ipuçlarını da görüyorsun; görüp anlıyorsun ama bu acını hafifletmiyor tabii...

Anlamakta kolay değil ha! Ööle "hah ben anladım" demekle olmuyor. Önce kendi kabuğundan ve kendi çemberinden çıkacaksın ve kendine, karşındakine ve olaylara öyle dışarıdan bakacaksın (!),
bakarken bak bakalım ne kadar tarafsız olacaksın?


Bazen anlamamak daha iyi aslında...

Sevdik...
Ama Aşk bu işte... !

Öyle aşka "hoş geldiiin" diye kucak açıp da, acıyı kapının dışında bırakmak var mı ayol!...
 Poh !!! 
(omuz silkme efekti)

Yok öyle yağma ! 

Kolay mı öyle lolipop mutluluklar, elele dünyayı dolaşmalar, küçük prensle gülünün hikayesine inanmalar, sonsuza sürecek büyülenmeler, sonu hep mutlu biten kahve falları, bulut üstü yolculuklar, pembe gözlükler, tanrısal sevişmeler, öpüşmeler, koklaşmalar  falan?

Kolay olsaydı annem de yapardı...

Ama kazın ayağı öyle değil 
(ne demekse)... 

Aşk da acı da aynı köydenler bir kere...
 İkisi de kardeş duygular...  Ayıramazsın birbirinden...

Gün gelir elbet acı çekersin, sevdiğin için...

Sevdiğin için...

 Sonra her şey geçiyor işte... 

Bir gün bir uyanıyorsun, bakıyorsun ki her şey geçmiş, bitmiş... 
O sonu gelmez, nefes kesen fırtınalar, seni boğan arkası kesilmez gözyaşları, koyu koyu kan kusmalar, seni olduğun yere mıhlayan kör olası hatıralar, içine düştüğün güvensizliğin kör kuyusu, seni bir çırpıda yutan girdaplar, geceleri üzerinde ağır ağır dolaşan kara basanlar, yavaş yavaş kan kaybından öldüğün savaşlar, içinde kayıp gittiğin -nereye, ne kadar düştüğünü bilmediğin- boşluklar, onun senin teninde bıraktığı ve üstüne yapışan tüm sıvılar; her şey, her şey, her şey ama 
h e r ş e y geçmiş bitmiş...


Rengarenk bir gök kuşağı çıkmış sonunda...


Bir bakmışsın ki, albümlerde kalmışsın...
Sende kalansa o ağır savaştan kalan koca bir yara izi...

 Anlamıyorsun nasıl bittiğini önce...  Hafzalan almıyor çünkü...
Pupil in denial...

Nasıl başladığını da anlamadığın gibi...
Makas Eller...
(ne alakaysa)

Hatta kabullenemiyorsun başta; Nasıl olur da artık acı hissetmiyorum, yastığım ıslak değil? Nasıl olur da ağlamıyorum diye kendinden şüphe ediyorsun ama zaman işte; senin yok olmana izin vermiyor...  
Asla...

Nasıl kızardım "geçecek, zaman her şeyin ilacıdır" diyenlere... ?
Niye kızıyorsam! Sanki daha öncekiler geçmedi ?
En son yaşadığın aşk hepsinden üstün ya, zannediyorsun ki o kalacak...

Ama zaman gerçekten her şeyin ilacı... 


Öyle boşa da geçmiyor...
Sen bu acıları çekerken zaman aslında seni iyileştirmeye başlıyor bir yandan... 
Ağladıkça temizleniyorsun, aynen gusülhanede yıkanır gibi...Bakamadığın aynalara bakmaya başlıyorsun yavaş yavaş... Seni yıkıp da öldürmeyen şey, gerçekten de güçlü kılıyor bir müddet sonra...
Sen bundan sağ çıkacağına inanmasan da...

Tek yan etkisi; birine tekrar güvenmekten, ona kendini, kalbini, ruhunu, bedenini açmaktan korkmak... 

Kendini yeni birine tekrardan ve en baştan anlatmak (kolay da değil, 38 yıl anacım) ve onu dinlemek, bu yeni duruma alışmaya çalışmak o kadar yorucu ki artık benim için... 

Hangi müziği dinler, hangi kitapları okur, hangi yemeği sever, hangi okula gitmiş, ailesi nasıl, nasıl büyümüş, en sevdiği renk, film, ülke, şehir, yazar, müzisyen vs... Çocukluk travmaları, aşk yaraları, öfkeleri, sevinçleri, kiraz ağacında kalan gömleği....!!!

Albümlerde kaldık !
  Offffff...

Korkuyla yaşanır mı ayol ?
Hem nereye kadar yaşayabilirsin ki böyle? Ömür boyu incinmemek için nereye kadar saklanabilirsin ki?
Hem aşk değil miydi sana hayatının en mutlu zamanlarını sunan?
Demek ki inadına korkunun üstüne gideceksin...

İnadına seveceksin...

İnadına yeniden Aşk'la karşılaşmaya inanacaksın ve buldun mu da peşinden gideceksin...

İnadına...(nasıl bir inatsa bu) :)



Sanki o acıları çeken sen değilmişsin gibi...
Sanki daha önce hiç aşık olmamışsın gibi...
Sanki sende hiç yara yokmuş gibi...
Sanki yeniden doğmuşsun gibi...

Kendinle alay edercesine...


Yeniden doğmamın şerefine dostlar...




Sero