20 Şubat 2011 Pazar

En büyük kaos !


Trafikte bile kavga edenleri görmedim...!

Tabi ki hiç yok değil ama gerçekten çok büyük birşey olması gerekiyor kavga görebilmeniz için. Delhi gibi çok büyük şehirlerden bahsetmiyorum zaten. 
Bu kadar birbirine karışmış, kuralları olmayan, şerit ve ışık tanımayan, yaya nedir bilmeyen hatta varlıklarını dahi kabul etmeyen, resmen arapsaçı -ne demek 2 yıldır yıkanmamış, rastalı zenci saçı- gibi bir trafik olamaz... 
Dönüş mönüş, sinyal minyal hak getire; normal yürürken pat diye önünüze çıkan motosikletliden tutun, sen kendi şeridinde giderken karşıdan senin şeridi kendininki gibi kullanarak üstüne üstüne canavar gibi gelen ve ölmene ramak kala sağa geçen araçlardan tutun   (-tabi tüm bütün bunlar olurken, sen bildiğin tüm duaları sıralayarak kendi filminin şeridini izlerken, bindiğin tuk-tuk'un şöförünün sakinliğinden mi delirirsin, ona saldır mısın yoksa hayran mı olursun o da ayrı bir konu), yolun ortasında geviş getire getire memelerini yayarak oturan, bu yüzden bütün trafiği altüst eden ve sizin gideceğiniz yere geç kalmanıza sebep olan bir inek gördüklerinde, -ona müdahale etmeyi bırakın- neredeyse onu rahatsız etmemek adına ve inadına hızını emekleyen bebek hızına indirenlere kadar; herşey ama herşey kural dışı... 

Aynen böyle sırıtıyor herif,
ölümden döneli daha 10 sn. olmuş halbuki...:)
Pardon ya; 
herhangi bir kural olmadığı için kural dışı demek birden bana çok anlamsız geldi...:)
...
Sağına baktığında hiçbir hareket yokken, sola baktığında herşey hatta hayat bile normal giderken, tam karşıya geçmek için adım atmışken; önünden içindeki sürücünün senin korkuttuğundan dolayı çok eğlendiğinden pis pis sırıttığı son sürat bir tuk-tuk, dünyanın bedene en aykırı fizik hareketlerini yapmanı sağlayan muhtemelen üstüne maaile binilmiş bir motosiklet yada hunharca iğrenç bir kornaya basarak yüreciğini ağzında hissetmene ve bazı sıvılarının popondan akmasına sebep olan bir kamyon geçtiğinde, sen ölümüne yine saniye kala kanın donmuş bir şekilde kalakalmışken; bile kavga etmiyorlar..
Birbirlerine bağırmıyorlar bile... 
Sadece kornaya basıp, hatta ellerini kornadan çekmeyip yine elleriyle konusuyorlar; 
“ya naaapıyosssun yaa” diye... 
Bu cümle dünyanın her yerinde aynı işaretle yapılıyor sanırım... :) 


100 puanlık uzman sorusu; Ben bu fotoğrafı, yani bizim arabanın icinden karşı yönden gelmekte olan arabayı nasıl çekebildim?
Hindistan trafiği hakkında acayip iyi bir bilgi veriyor bu fotoğraf ! Allahtan Istanbul'dan benzer durumlara biraz alışığımda, Hindistan'daki 3.cü günümde bu tip seyl
er bana da normal gelmeye basladi ve hatta tepki bile göstermiyordum artık... Olacakla ölecek meselesi işte :)
Tam çarpma anından 2 saniye evvel kendi seridimize gecebildik Allaha şükür...:)


Solda ki fotoğraf Hindistan'ın her büyük şehrinde ki her büyük caddesinde görmeye alışık olduğum bir durumu anlatmaktadır... 
Ve bu anlatımda kesinlike bir abartı yoktur...:)

Kornalardan işitme duygumu hafif yitirmiştim doğrusu, sabah akşam kulağımın tenekesi sızlıyordu. Stres diye bir şey yok ya, kavga da etmiyorlar ya, tek dertleri kornaya basmak kardeşim, bastılar mı rahatlar... !

Git bas, dur bas, gec bas, gecme bas, dön bas dönme bas, hatta mümkünse elini hiç çekmeden basssssssssssss... 


Kamyonların bile arkasında "lütfen kornaya basınız" yazıyor hatta çoğu yerde kanunlar bunu sürücülerden istiyor, inanılacak gibi değil...! 

Bir de ben İstanbul'da ki sürücülere kızardım devamlı kornaya basıyorlar diye; yok anam buradakilerin gözünü seveyim, bizimkiler bunların yanında gayet naziklermiş...!

Renkler seyahat halinde...!

Bu kadar kat kat eteklere ragmen bu kadar mi dengeli ve rahat otururlar...?

 Yandaki fotoğrafta bulunan yerde ki cizili yaya gecidi varya, anlamini bilen varsa burada, bende.... ne olayim..!!!

Tabi bir müddet sonra sizde bu duruma alışıyorsunuz, öyle bir adapte oluyor ve hatta bünyeniz öyle bir uyum sağlıyor ki, ölüme 5 saniye kala bile gayet sakin bir şekilde koltuğunuzda oturup etrafa sırıtabiliyorsunuz...!!! 

Sanki herşey normalmiş gibi...!!! 
...Daaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaattt...
                     


                                                                                            Sero



10 Şubat 2011 Perşembe

Hindustan'ın İnsanları











Herkes bu ülkenin egzotikliğinden, tapınaklarından, geleneklerinden, renklerinden, inançlarından ve kulaktan dolma anlamlı, anlamsız hikayelerinden söz ederken; buranın gerçek renkleri olan insanlarından ayrıntılı bir şekilde bahsedildiğini duymamıştım...

 Benim için hayatta ki en önemli unsurdur insan...


Çok seviyorum insanları... 

Bana bu dünyada daha ilginç gelen birşey yok; insanları tanımaktan ve onların hikayelerini dinlemekten başka... 
Belki de masallara bayılmamın ve onları anlatmayı sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu. çünkü hikayeler dinlemek ayrıca bana anlatıcı vasfını da vermiş oluyor... 
Bir varmış, bir yokmuş, çoook uzak ülkelerden birinde Hintli denilen bakışları sımsıcak, ruhları yumuşacık ve sakin, kendileri kapkara ama kalpleri bembeyaz, ciltleri ve sokakları hoyrat ama yüzleri tertemiz insanlar yaşıyormuşşş.....:)

Gölge etme başka ihsan istemem...!
Hintliler kadar dürüst, nazik, cömert, sevecen, asiri saygili, paylaşmaktan korkmayan, düşüncelerini-duygularini disa vurmaktan ve dansetmekten asla utanmayan, kalp kirmamaya ve kavga etmemeye calisan, ofkesine yenilmeyen, çıldırmayan, ille de gülümseyen, kaderci ve mutlu insanlara rastlamamistim daha evvel...

Başta sizi delirten ve dünyanıza ait olmayan akıl almaz sakinlikleri ve beyniniz dahil tüm bedeninizi çürüttüğünü hissettiğiniz yavaşlıkları bir süre sonra içinize işliyor ve sizde bundan etkileniyorsunuz... 
Yavaşlıyorsunuz, bi sakinleşiyorsunuz, bi duruluyorsunuz... 

Sisteminiz, bünyeniz, hatta metabolizmanız değişiyor...
Hayata baktığınız pencereniz bile değişiyor...

Ayrıntılara bakın !!!
Arkadaki mavi kumaşla, yeşil testinin uyumu;
kavuniçi etekle cam göbeğinin acayip dengesi ve
yerdeki kırmızı halının kendini yerlere atması...
İlle de gözleR...
Mesela öfkenize yenilmeniz en büyük zayıflıklardan biri sayılıyor burada ve kendinizi öfkeden kaybettiğinizde size duydukları saygıda büyük bir azalma oluyor. Bazı şeylere tahammül edemeyip sesinizi yükseltmeye kalktığınızda ise sadece yüzünüze bakıyorlar, hiç yorum yapmıyorlar ve devamlı gülümsüyorlar. ..Yok aslında gülümsemiyorlar, pişmiş kelle gibi sırıtıyorlar (ne demekse pişmiş kelle ve niye gülümsüyorsa...)... Hatta kendimce 
bildiğim ve yetişkinler tarafından bizlere öğretilmiş tüm iletişim yöntemlerini kullanarak onlarla anlaşmaya çalıştığım zamanlarda kafalarının içinde çok uzaklarda bir yerlere gittiklerinden adım gibi emin olduğumu söyleyebilirim. Çünkü siz ne derseniz deyin, nasıl derseniz deyin; onlar ya size o meşhur kafa sallama hareketiyle cevap verecekler yada sırf siz karşılık bekliyorsunuz diye ille birşey demiş olmak için "yes medım- ok medım- yes sör- ok sör" diyeceklerdir... 


Sizi anlamasalar bile ! 


Ancak siz yatıştıktan sonra dünyaya dönebiliyorlar. Çünkü sesinizi yükseltmenizden dolayı bir tür şoka girip, donakalıyorlar... O kadar şaşırıyorlar ki sizden öyle yüksek bir sesin çıktığına, bu yüzden dünyaya dönmeleri biraz zaman alabiliyor. O zamana kadar da siz yatışmış oluyorsunuz zaten. Yada kısaca sizi ciddiye bile almıyorlar ve siz boşuna bağırmış ve kendinizi kaybetmiş oluyorsunuz; nasıl olsa onlar yine bildikleri gibi hareket edeceklerdir. Siz ne derseniz deyin. Ama yine de ve ille de sizi memnun etmeye çalışarak...

Tabi ki negatif tarafları da yok değil !!! 

Son derece yüzsüz, arsız, patavatsız, kurnaz, yalancı, pis, hastalıklı, tembeller. Çalışmak yerine dilenmeyi tercih ediyorlar. Lakin pozitif tarafları diğer negatiflikleri unutturuyor bir zaman sonra... 
Unutmanızın en büyük sebebi de kaderci ve çileci olmalarından, durumlarını aynen olduğu gibi kabullenmelerinden ileri geliyor.

Yani eğer onlar fakir, sağlıksız, özürlü, pis bir dünyada doğmuşlarsa bu onların suçu değildir, Tanrıları böyle istediği içindir ve onlar kim ki Tanrılara karşı geleceklerdir (!)...

Bu yüzden içinde bulundukları durumu ve şartları değiştirmeye yada iyileştirmeye çalışmıyorlar bile. Onların bu durumdan kurtulmak için "kendimi eğiteyim, okula gideyim ki birşey olayım, daha iyi şartlarda yaşayabilmek için en azından bir işe girip para kazanayım, ailemi kurtarayım vs." gibi düşünceleri yok. Çünkü eğer bu hayatta sefalet, çile ve acı çekiyorlarsa bunun bir sebebi vardır, Tanrı böyle olmalarını istemiştir; nede olsa sırf çektikleri bu sefalet yüzünden gelecek hayatlarında ise ödüllendirileceklerdir; yani bundan sonra ki yaşamlarında kesinlikle zengin, sağlıklı ve dertsiz doğacaklarıdır... 


Onlar malesef böyle bir bekleyiş içerisindeler... 
Ama bu bekleyiş çileciliğe inanan felsefelerinden, dini inançlarından, eğitimsizlik ve olanaksızlıklarından kaynaklanıyor; bu yüzden tüm bunlara saygıyla yaklaşmak gerektiğine inanıyorum...


Yermeden, yargılamadan ve kötü sıfatlar kullanmadan...!!! Yoksa o kadar kolay ki onlara "pis, cahil, aptal, vs." demek ...! 

Hem biz kim oluyoruz da kuzum onları böyle    yargılama hakkına sahip oluyoruz?
Sadece onlardan daha şanslı doğmuş olmak bize bu hakkı vermez... Bizler de orada, o şartlarda, o inanç yapısına sahip bir ailede doğsaydık, onlardan hiçbir farkımız olmayacaktı... Ama tabi bu felsefe kaderciliği savunduğumu göstermiyor, tersine insan şartları ne olursa olsun, her türlü şekilde durumunu iyileştirmeye ve kendini geliştirmeye çalışmalı elbet. Yoksa olduğumuz yerde sayar ve ileriye doğru bir adım atamayız, böylelikle gelişen hiçbir şeye uyum sağlayamayız... 
Oraya olan da bu...!!! 


Büyük düşünür ve yol gösterici Guru Osh0'nun da belirttiği gibi Hindistan'ın gelişmesini önleyen ve olduğu yerde saydıran bu kadercilik, çilecilik ve kabullenmeciliktir zaten...



Din insanların anladıkları şey değildir. 
Din Hıristiyanlık değildir. Hinduizm değildir. Müslümanlık değildir.
Dünyada varolan tüm dinler ölü kayalardır. Onlar akmazlar, asla değişmezler, çağla birlikte hareket etmezler. 

Hakiki dindarlığın peygamberlere, kurtarıcılara, kutsal kitaplara, kiliselere, papalara, rahiplere ihtiyacı yoktur çünkü dindarlık yüreğinizin çiçek açmasıdır. 
O varlığınızın en merkezine ulaşmaktır. 
Ve varlığınızın en ortasına ulaştığınız an bir güzellik, saadet, sessizlik, ışık patlaması olur. Tümüyle farklı bir kişi olmaya başlarsınız. Yaşamınızda karanlık olan herşey ve yaşamınızda yanlış olan herşey kaybolur. 
Osho






Sakin millet işte...
İster vurdumduymaz deyin, ister umursamaz, ister lakayıt; bence kesinlikle sinirleri alınmış bir şekilde doğuyor buranın insanı...

        Gökten 2 elma düşmüş, biri anlatana, biri dinleyiciye...

PS: Benim masalım değil mi? sadece 2 elma düşüyor işte :)))


Sero


3 Şubat 2011 Perşembe

Kokular


 Her şey bana o kadar yabancıydı ki...

 İnsanlar, giysileri, konustuklari dil, aksanları, mimikleri, gelenekleri, dinleri, tapınakları, tanrıları, renkleri, yemekleri, kokuları...

Hatta şehrin kendi kokusu bile...

Oldum olası burnum en kuvvetli organlarımdan biri olmuştur. Neredeyse alamayacağım koku yoktur. İlk kez girdiğim bir yerin ilk kokusunu alırım ben.
İnsanların da öyle.


Kucaklaşmayı bırakın, el tokalaştığım kişilerin bile kokusu gelir burnuma. Bir erkekten yada taşınacağım bir evden sadece bu yüzden bile vazgeçtiğim olmuştur.  Kötü ve ağır kokulara katlanamıyorum işte. Ama güzel bir koku da beni aşık edebilecek kuvvettedir, o ayrı.
Sırf kokusu yüzünden uzun süre birinin peşinden gittiğimi bile bilirim.
Büyüdür benim için koku...
Çarpar, alır götürür beni...

Bu yüzden en sevdiğim romanlardan biridir Patrick Süskind'in "Parfüm" romanı (filmi de yapılmıştı ama kitabın yeri başkadır).  Kitabın ana kahramanı Jean-Baptiste Grenouille karakterine neredeyse aşık olmuştum ( tamam kabul, herkesin garip bir tarafı vardır, küçüklüğümden beri garip adamlara aşık olurum hep ama ben daha ortaokuldaydım o zamanlar). O kitapta yazar  Paris'i ve şehrin kokusunu öyle bir anlatır ki, okuduktan 8 yıl sonra Paris'e ilk gittiğimde şehri avucumun içi gibi biliyordum, neredeyse. Sanki daha evvel orada bulunmuş, sokaklarında gezmiştim. Hatta sırf kitapta önemli bir yeri var diye, Rue Montmartre sokağında bir otelde kalmıştım; sadece o sokağa ait binaları, dükkanları, sokağın dokusunu, mimarisini görebilmek ve kendine ait havasını koklayabilmek için...

Ben her şehrin kendine ait bir kokusu olduğuna inanıyorum.

Mesela İstanbul su ve bulut kokar bence; İzmir'se güneş; Ankara kesinlikle kağıt ve gri; Bursa'nın ise kendine has eski bir kokusu vardır, babaannemin oda kokusuna benzer;
Mardin'in kum koktuğuna yemin edebilirim ama Hindistan'ın neredeyse tüm şehirleri aynı kokuyor:


Baharat




 Ama başlarda burnunuzu, benzinizi ve gırtlağınızı yakan, yüzünüzü buruşturan,  sonradan damağınızın bile alıştığı yapışkan acı bir baharat kokusu...



Başta yemekleri ilginç geliyor, özellikle de Hint mutfağı seviyorsanız baharatlarına alışmanız kolay oluyor; lakin hergün yiyince artık bir müddet sonra o kokudan ve tatdan uzaklaşmak istiyorsunuz ama bundan kaçamıyorsunuz.
 Zaman geçtikce baharat kokusu yapışkanlığından dolayı o kadar içinize ve teninize işliyor ki, sadece giysilerinizin değil kendinizin de baharat koktuğunu fark ediyorsunuz.
Donunce bu kokunun uzerimden ve giysilerimden cikmasi hayli uzun bir zaman aldi...

Ama ben o kokuyu çoook özledim !!!



Renklere bakip ta "acaba bunlari hangi yemeklerde veya ne amacla kullaniyorlar" diye dusunmemek elde degil...
O yemeklerin hepsinden denemek istiyorsunuz, meraktan...
Ha ! Fusya bir pilav yer miyim? Yada pembe bir kofte, mor bir tavuk?

Bilmem....:)



Sero