6 Mart 2011 Pazar

Hindustan'ın Gerçek Renkleri -Kadınlar ve Çocuklar-








                              O kadar güzeller ki !!!



Güzelleri de sadece güzel değiller, enfesler... 
Hani yurt dışında olsalar Vogue’un kapağını süsleyecek kadar nefes kesiciler. Lakin bunu kendileri bilmiyorlar. 
Siz beyazsınız diye size dünya güzeli muamelesi yapıp kendilerini son derece çirkin buluyorlar. Ne kadar güzel olduklarını söyleseniz bile buna inanmıyorlar, bugüne kadar kimse onlara bunu söylememiş çünkü. Son derece utangaçlar kendilerinden bahsedildiğinde, sizden konusmayı tercih ediyorlar. Derilerinin rengini sevmediklerini görünce, onlara aslında ne kadar güzel olduklarını kanıtlamak istercesine arkası gelmez iltifatlar etseniz bile farketmiyor. 



Çirkin olduklarına inanarak büyümüşler çünkü, değistirmeniz çok zor...


Halbuki altın takılar ve transparan tüm renkler bile daha güzel gözüküyor onların tenlerinde, daha çok parlayıp, daha da ışıldıyor... 
Dile geliyorlar sanki...


Rengarenkler... 

Birbirine asla gitmeyeceğinden emin olduğunuz renkleri aynı kıyafette taşımaktan korkmuyorlar. Hayatta gorebileceğiniz tüm florasan renkleri birarada kullanabildikleri gibi, kendilerine inanılmaz da yakıştırıyorlar...


Saree li Sero
Kendinize bakıp devamlı siyah ve toprak tonları giymenizden biraz rahatsız olmaya başlıyor ve gidip en yakın mağazadan kendinize en parlak renkte sari "saree" (ulusal giysileri) alıp ta giydiğinizde renklerin sizin üzerinde asla mutlu olamayacaklarını anlıyorsunuz... 
Bu yüzden elinizde olmadan yine toprak ve koyu renklere kayıyorsunuz, sağda ki fotoğrafta görüldüğü gibi. 

Yalnız aşağıda ki fotoğrafta alabileceğim en kırmızı saree yi almıştım ve sanırım rengi üzerimde taşıyabildim ama burada olsa giyer miydim..? Bilmiyorum :)
Malesef görüntümüz ve bedenimiz Hintli kadınlar gibi renklerle uyum sağlayamıyor, ne de olsa doğamızda yok, öğretilmemiş bize...

 Saree ise bence dünyanın bir kadına yakışabilecek en güzel giysisi. Ben kadını bu kadar feminen yapabilen bir kumaş parçasına daha evvel rastlamamıştım doğrusu. Elbiseyi taşıyışınız ve yürümeniz bile değişiyor giydiğiniz de. 
Tam anlamıyla her hareketinizle kadın oluyorsunuz. 
Yaşınız, kilonuz, boyunuz asla önemli değil, saree giymek sizi tek kelimeyle muhteşem gösterecektir inanın. 
Giysiyi taşımak o kadar da kolay değil. 6 metrelik kumaşı sarması ayrı bir sanat, gerçekten yetenekli olmanız gerekiyor, tüm giysiyi giymeniz minimum 20 dakika. Eliniz yavaşsa bir saat önceden hazırlanmaya başlamanızda fayda var. Öndeki pileler ya da drapelerle işiniz bittikten sonra saree ile yürümeyi de öğrenmeniz gerekiyor; şöyle hafif tekmelerle yürümeniz lazım ki öndeki fazla kumaş parçayı ayağınıza dolanmasın. 
Ama öğrendikten sonra işiniz kolay, çünkü bir kuğu zerafeti kazandırıyor saree size...

Yüzünde çiçek açtı :)
Tüm kadınlar “bindi” dedikleri ‘üçüncü göz' anlamına da gelen bir süs parçası yapıştırıyorlar alınlarının tam ortalarına. Hatta çocuklarda bile görüyorsunuz bunları. Çoğu ‘bindi'sini yapıştırıp, yüzlerinin ön tarafında saçlarının başladığı yere kırmızı toz sürerek evli olduklarını da böyle gösteriyorlar... 
Renklerin dansi 
Aslında ayak parmaklarına taktıkları yüzüklerde evli olduklarının bir göstergesi. Genelde eski zamanlarda erkekler, kadınların yüzüne direk bakılması asla kabul edilmediğinden, kadınların ayaklarına bakarak evli olup olmadıklarını anlıyorlarmış. Kadınlar evlendiklerinde genelde el parmaklarına yüzük takmıyorlar, ya ayaklarına yüzük takıyorlar ya da kocalarının verdiği evlilik kolyesini.
El parmaklarına yüzük takanlar ise sadece evli erkekler. Hayatımda bu kadar ziynete ve süse düşkün görmemiştim erkek cinsini. Işıltılı, sallantılı küpelerden tutun da parmaklarında ki tek taş yüzüklere kadar her türlü takıyı utanmadan, korkmadan hatta gururla taşıyorlar. Bakımlı olmalarıda gerekmiyor bunlar için. En garip görünüşlü erkeklerin boynunda sıra sıra kolye ve parmaklarında onlarca yüzük gormeniz işten bile değil.
Düğünleri ayrı bir yazı konusu
Malesef genelde cok erken yaşta evleniyor kızları ve erkekleri; hatta bazı köylerde 14 yaşında gelin olan bile var. Çoğu görücü usulü ile, ailelerinin seçtikleri kız veya erkeklerle evleniyor, birbirini severek evlenen neredeyse yok denecek kadar az. 

Bu tarafı bana Anadolu'muzun uzak diyarlarını hatırlatıyor. 

Bazı gelenekleri ise bizimkine çok benziyor, sadece onlara yükledikleri anlamlar ve söylemleri farklı. Çoğu yerde olduğu gibi burada da kadının adı yok. Bazı yerlerde insandan bile sayılmıyorlar. İnşaatlarda çalışanların ve kafalarında taş taşıyanların çoğu ise kadın. 

Bu yüzdendir evlendikleri zaman başlık parası ödeyenler de hep kız tarafı. Sadece bundan dolayı babalar çocukları kız doğunca çok sevinmiyorlar; ne kadar çok kız çocuk, o kadar çok başlık parası yükü demek. 
Damat

Bu başlık parası yüzünden çok dert çekenler, aşağılananlar, toplumun dışına itilenler, hatta intihar edenler bile mevcut. Burada ki intiharların çoğu hep bu sebepten kaynaklanıyor. Eğer kız babası başlık parasını tamamlayamamışsa damat tarafının kıza çektirmediği işkence kalmıyor, öyle ki çoğu zaman intihar etmesi için ısrar ve ikna bile ediyorlar. Böylece oğulları yeni bir gelin alabilme hakkını kazanıyor. Nede olsa yeni gelin aynı zamanda yeni başlık parası demek... 
Gordugum en guzel ciftti, Bollywood filmlerinden cikmiscasina
Erkeklerin çoğu (hepsi değil tabi)  o kadar bakımsız ve neredeyse o kadar korkunç görünümlüler ki; yanlarında dünya güzeli bir kadın gördüğümde ve üstelik bu kadınların bu erkeklerle evlenebilmek için dünyanın parasını ödediklerini düşündükçe genelde ağzım şaşkınlıktan açık kalıyor... 

Evlilik hayatta yapmanız gereken en önemli adımlardan biri burada. Evlendiğinizde size daha bir saygıyla yaklaşıyorlar, eğer bekarsanız size olan bakış açıları değişiyor. Hele kadınların en geç 30'undan sonra bekar olması gibi korkunç ve ayıp bir şey olamaz. Bu yüzden direk seni sorgulamaya başlıyorlar, sanki sende garip bir hastalık varmış gibi. 

Eğer buraya geliyorsanız ve yalnız başınıza seyahat ediyorsanız sırf bu yüzden mutlaka ya nişanlı yada evli olduğunuzu söylemeniz işinizi daha da kolaylaştırıyor. Eğer yanınızda erkek arkadaşınız varsa, erkek arkadaşınız olarak tanıtmak yerine nişanlım yada kocam demelisiniz. Eğer toplumda saygı görmek istiyorsanız tabi ki... 


Düğün törenleri de gördüğüm en ruhsal törenlerden biri. Doğduklarında hemen çıkarılan yıldız haritalarından yola çıkarak eş seçiliyor. Eğer harita birbirlerine uygun bir eş olduklarını söylemiyorsa izdivaç gerçekleşmiyor. Kız ve erkek evlenmeden önce birbirlerini ancak bir kaç saat görebiliyorlar ve o verilmiş süre de ise erkek kızı, burcundan tutun, aile ve çocuk hakkındaki düşüncelerinden, eğitimine kadar alakalı konularda bir mülakattan geçiriyor ve bu mülakatın sonucuna göre karar veriyor. Bu tabi ki daha eğitimli ailelerde görülen birşey. Büyük şehirlerde yaşayan ve finansal durumu çok iyi olan gençlerse bu yönteme baş vurmuyorlar tabi. Neyse, düğün törenlerinin ne zaman ve hangi saatte yapılacağına ise o kasta ait rahipler yine yıldız haritalarına bakarak karar veriyor. Eğer rahip düğün töreni için en iyi saatin sabah 08.20 yada gece 01.48 olacağını söylediyse tören tam o saatte ve o dakika da yapılıyor. Gelinle damat yorgun olur mu, uykusu gelir mi hiç önemli değil; rahip onları tam dedikleri saatte evlendiriyor...
Düğünlerini ayrı bir yazıda uzun uzun anlatmam lazım buraya sığması zor...:) 

Boşanmak ise başınıza gelebilecek en kötü olaylardan biri. Kötü karma sayılıyor ve hayattaki en büyük başarısızlığınız olarak görülüyor ve size olan saygılarını yitiriyorlar, hele kadınsanız... Tabi daha eğitimli ve modern ailelerde boşanmaya daha normal bir gözle bakıyorlar ama sayıları parmakla gösterilecek kadar az...

Tabi ki erkeklerin hepsi çirkin değiller. 
Bollywood'ta gercekten çok yakışıklı aktörler var ve yeni nesil ise özellikle fazlasıyla batıya ve markaya özenti ve son derece bakımlılar. 
Yine de kendi renklerini sevmiyorlar. 
Bu yüzden siyahlıklarını değiştirebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Televizyonlarda ve dergilerde renk açıcı kremlerin olduğu reklamları çok sık görüyorsunuz. İlk başta tüm bunlar beni şaşırmıştı fakat Batı'da ki ve bizdeki bronzlaşma ve solaryum çılgınlığını düşününce bir anda tüm bunlar bana normal gelmeye basladı.

Koyu olmak hakikaten büyük bir sorun burada. Toplumda bile sana rengin daha koyu olduğu için değer vermiyorlar, eğer diğerlerinden daha açık bir rengin varsa hayatının kolaylaştığını söyleyebilirim. Bu hayatın her kesmine yansıyor.
Erkekler daha açık renkli Hintlilerle evlenmeyi tercih ederken, kuyruklarda açık renklilere daha özel muamele yapılırken, iş görüşmelerinde özellikleri ve eğitimleri tıpatıp aynı iki adaydan daha açıik renkli olanı tercih edilirken, TV ve sinemalarda da hiç rengi koyu olan artist veya aktörlere rastlayamıyorsunuz. 

Koyu olanlar ise ya üçüncü sınıf bir aktördür, yada figürandır. 

Buraya ilk taşındığımda rengimden dolayı bana yapılan star muamelesinden biraz da olsa etkilenmedim değil. Herkes size farklı bir muamele gosteriyor. Kendinizi çok özel hatta ünlü biri gibi hissediyorsunuz. O kadar çok tanımadığınız insanlarla fotoğraf çektiriyorsunuz ki, gördüğünüz ilgiden biraz şımarıyorsunuz :) Gittiğiniz her yerde sizi başta rahatsız eden hatta zaman zaman öfkelendiren bakışlar, gülüşmeler, birbirlerini dürtmeler bir müddet sonra size normal gelmeye baslıyor ve en önemlisi bunun aslında kültürlerinin bir parçası olarak kabul ettiğinizde ise sizi neden farklı gördüklerini hatta onları anlamaya başlıyorsunuz. 

Lakin burada ne kadar uzun yaşasanız ve hayatları ve gelenekleriyle ilgili her şeyi öğrenseniz ve onlar gibi kafa sallamaya ve konuşmaya başlasanız bile asla onlardan biri olamayacağınızı ve sizi hep farklı göreceklerini kabul etmeniz gerekiyor...


O kadar guzeller ki insanin dili tutuluyor... Nadia
 Çocukları ise ayrı bir renk ve apayrı bir ışık... 


Diva
Nasıl aşığım buna... Eve getirmek istedim ama...
Giydikleri janjanli, yanar dönerli kıyafetler ise onlara apayrı bir güzellik ve zerafet katıyor. Hepsi de hani eve alıp götürmek ve bakmak isteyeceğiniz cinsten. 




Tanrı sanki buranın çocuklarına daha özel bir değnekle dokunmuş gibi.

Hepsinin gözleri minimum 50 yaşında size bakarlarken. Onlara baktıkça reenkarnasyonun varlığına inanasınız geliyor. O kadar derinler ki bazen kendinizden utanıyorsunuz hayatta neleri dert ettiğinizi, nelere kızdığınızı ve öfkelendiğinizi düşünürken. Bazen hayatın anlamını yada anlamsızlığını sadece onların gözlerinin içine bakarak kavrıyorsunuz.  
Tabi eğer sizinde ‘üçüncü gözünüz' açıksa... 
Poğaça II



Bazen bazı bebek ve çocukların gözlerinde ve yanaklarında sürmeye benzer bir siyahlık görüyorsunuz. Bu onları daha sevimli ve ilginç bir hale getiriyor. Bunun amacı ise çocukları kötü ruhlardan ve kötü karmadan korumak ! 

Sakın leke sanıp ta silmeye kalkmayın :)

Gozlerindeki ben
Gozleri 50 yasinda

Gittiğim en ücra köylerde bile birbiriyle kavga eden çocuklara rastlamadığımı belirtmeliyim. Bizimkiler gibi ortalık yerde sinir krizine girmiyorlar, annelerinin eteklerinden çekiştirip, oyuncakları için kavga etmiyorlar. Çünkü uğruna kavga edecekleri, sahip oldukları hiçbir şey yok. Sahip olduklarını ise paylaşmaktan çekinmiyorlar... 

O kadar sakinler ki, bebekleri bile onları güldürmeye çalıştığınızda tepki bile göstermeden sizi izliyorlar. 

Sanki hepsi hayatın asıl anlamını bulmuşlar ve soracağınız tüm soruların cevaplarını biliyorlarmış gibi bakıyorlar size. 

Onlara komik bile gelmiyorsunuz !!!







Sizi gördüklerinde yada fotoğraflarını çektiğinizde yada ellerine bir şey -tükenmez kalemlere bayılıyorlar- tutuşturduğunuzda o kadar heyecanlanıyorlar ve o kadar ağız dolusu gülüyorlar ve milyonlarca soru sorup sizin hakkındaki her şeyi o kadar büyük bir iştahla ve hevesle öğrenmeye çalışıyorlar ki...



-dilinizi bilmeseler bile-


....elinizde olmadan gerçek filozofların aslında onlar olduğunu düşünüyorsunuz....

Sero

Okul yolundalar ama ayakkabilari bile yok; yine de mutlular...



20 Şubat 2011 Pazar

En büyük kaos !


Trafikte bile kavga edenleri görmedim...!

Tabi ki hiç yok değil ama gerçekten çok büyük birşey olması gerekiyor kavga görebilmeniz için. Delhi gibi çok büyük şehirlerden bahsetmiyorum zaten. 
Bu kadar birbirine karışmış, kuralları olmayan, şerit ve ışık tanımayan, yaya nedir bilmeyen hatta varlıklarını dahi kabul etmeyen, resmen arapsaçı -ne demek 2 yıldır yıkanmamış, rastalı zenci saçı- gibi bir trafik olamaz... 
Dönüş mönüş, sinyal minyal hak getire; normal yürürken pat diye önünüze çıkan motosikletliden tutun, sen kendi şeridinde giderken karşıdan senin şeridi kendininki gibi kullanarak üstüne üstüne canavar gibi gelen ve ölmene ramak kala sağa geçen araçlardan tutun   (-tabi tüm bütün bunlar olurken, sen bildiğin tüm duaları sıralayarak kendi filminin şeridini izlerken, bindiğin tuk-tuk'un şöförünün sakinliğinden mi delirirsin, ona saldır mısın yoksa hayran mı olursun o da ayrı bir konu), yolun ortasında geviş getire getire memelerini yayarak oturan, bu yüzden bütün trafiği altüst eden ve sizin gideceğiniz yere geç kalmanıza sebep olan bir inek gördüklerinde, -ona müdahale etmeyi bırakın- neredeyse onu rahatsız etmemek adına ve inadına hızını emekleyen bebek hızına indirenlere kadar; herşey ama herşey kural dışı... 

Aynen böyle sırıtıyor herif,
ölümden döneli daha 10 sn. olmuş halbuki...:)
Pardon ya; 
herhangi bir kural olmadığı için kural dışı demek birden bana çok anlamsız geldi...:)
...
Sağına baktığında hiçbir hareket yokken, sola baktığında herşey hatta hayat bile normal giderken, tam karşıya geçmek için adım atmışken; önünden içindeki sürücünün senin korkuttuğundan dolayı çok eğlendiğinden pis pis sırıttığı son sürat bir tuk-tuk, dünyanın bedene en aykırı fizik hareketlerini yapmanı sağlayan muhtemelen üstüne maaile binilmiş bir motosiklet yada hunharca iğrenç bir kornaya basarak yüreciğini ağzında hissetmene ve bazı sıvılarının popondan akmasına sebep olan bir kamyon geçtiğinde, sen ölümüne yine saniye kala kanın donmuş bir şekilde kalakalmışken; bile kavga etmiyorlar..
Birbirlerine bağırmıyorlar bile... 
Sadece kornaya basıp, hatta ellerini kornadan çekmeyip yine elleriyle konusuyorlar; 
“ya naaapıyosssun yaa” diye... 
Bu cümle dünyanın her yerinde aynı işaretle yapılıyor sanırım... :) 


100 puanlık uzman sorusu; Ben bu fotoğrafı, yani bizim arabanın icinden karşı yönden gelmekte olan arabayı nasıl çekebildim?
Hindistan trafiği hakkında acayip iyi bir bilgi veriyor bu fotoğraf ! Allahtan Istanbul'dan benzer durumlara biraz alışığımda, Hindistan'daki 3.cü günümde bu tip seyl
er bana da normal gelmeye basladi ve hatta tepki bile göstermiyordum artık... Olacakla ölecek meselesi işte :)
Tam çarpma anından 2 saniye evvel kendi seridimize gecebildik Allaha şükür...:)


Solda ki fotoğraf Hindistan'ın her büyük şehrinde ki her büyük caddesinde görmeye alışık olduğum bir durumu anlatmaktadır... 
Ve bu anlatımda kesinlike bir abartı yoktur...:)

Kornalardan işitme duygumu hafif yitirmiştim doğrusu, sabah akşam kulağımın tenekesi sızlıyordu. Stres diye bir şey yok ya, kavga da etmiyorlar ya, tek dertleri kornaya basmak kardeşim, bastılar mı rahatlar... !

Git bas, dur bas, gec bas, gecme bas, dön bas dönme bas, hatta mümkünse elini hiç çekmeden basssssssssssss... 


Kamyonların bile arkasında "lütfen kornaya basınız" yazıyor hatta çoğu yerde kanunlar bunu sürücülerden istiyor, inanılacak gibi değil...! 

Bir de ben İstanbul'da ki sürücülere kızardım devamlı kornaya basıyorlar diye; yok anam buradakilerin gözünü seveyim, bizimkiler bunların yanında gayet naziklermiş...!

Renkler seyahat halinde...!

Bu kadar kat kat eteklere ragmen bu kadar mi dengeli ve rahat otururlar...?

 Yandaki fotoğrafta bulunan yerde ki cizili yaya gecidi varya, anlamini bilen varsa burada, bende.... ne olayim..!!!

Tabi bir müddet sonra sizde bu duruma alışıyorsunuz, öyle bir adapte oluyor ve hatta bünyeniz öyle bir uyum sağlıyor ki, ölüme 5 saniye kala bile gayet sakin bir şekilde koltuğunuzda oturup etrafa sırıtabiliyorsunuz...!!! 

Sanki herşey normalmiş gibi...!!! 
...Daaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaattt...
                     


                                                                                            Sero



10 Şubat 2011 Perşembe

Hindustan'ın İnsanları











Herkes bu ülkenin egzotikliğinden, tapınaklarından, geleneklerinden, renklerinden, inançlarından ve kulaktan dolma anlamlı, anlamsız hikayelerinden söz ederken; buranın gerçek renkleri olan insanlarından ayrıntılı bir şekilde bahsedildiğini duymamıştım...

 Benim için hayatta ki en önemli unsurdur insan...


Çok seviyorum insanları... 

Bana bu dünyada daha ilginç gelen birşey yok; insanları tanımaktan ve onların hikayelerini dinlemekten başka... 
Belki de masallara bayılmamın ve onları anlatmayı sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu. çünkü hikayeler dinlemek ayrıca bana anlatıcı vasfını da vermiş oluyor... 
Bir varmış, bir yokmuş, çoook uzak ülkelerden birinde Hintli denilen bakışları sımsıcak, ruhları yumuşacık ve sakin, kendileri kapkara ama kalpleri bembeyaz, ciltleri ve sokakları hoyrat ama yüzleri tertemiz insanlar yaşıyormuşşş.....:)

Gölge etme başka ihsan istemem...!
Hintliler kadar dürüst, nazik, cömert, sevecen, asiri saygili, paylaşmaktan korkmayan, düşüncelerini-duygularini disa vurmaktan ve dansetmekten asla utanmayan, kalp kirmamaya ve kavga etmemeye calisan, ofkesine yenilmeyen, çıldırmayan, ille de gülümseyen, kaderci ve mutlu insanlara rastlamamistim daha evvel...

Başta sizi delirten ve dünyanıza ait olmayan akıl almaz sakinlikleri ve beyniniz dahil tüm bedeninizi çürüttüğünü hissettiğiniz yavaşlıkları bir süre sonra içinize işliyor ve sizde bundan etkileniyorsunuz... 
Yavaşlıyorsunuz, bi sakinleşiyorsunuz, bi duruluyorsunuz... 

Sisteminiz, bünyeniz, hatta metabolizmanız değişiyor...
Hayata baktığınız pencereniz bile değişiyor...

Ayrıntılara bakın !!!
Arkadaki mavi kumaşla, yeşil testinin uyumu;
kavuniçi etekle cam göbeğinin acayip dengesi ve
yerdeki kırmızı halının kendini yerlere atması...
İlle de gözleR...
Mesela öfkenize yenilmeniz en büyük zayıflıklardan biri sayılıyor burada ve kendinizi öfkeden kaybettiğinizde size duydukları saygıda büyük bir azalma oluyor. Bazı şeylere tahammül edemeyip sesinizi yükseltmeye kalktığınızda ise sadece yüzünüze bakıyorlar, hiç yorum yapmıyorlar ve devamlı gülümsüyorlar. ..Yok aslında gülümsemiyorlar, pişmiş kelle gibi sırıtıyorlar (ne demekse pişmiş kelle ve niye gülümsüyorsa...)... Hatta kendimce 
bildiğim ve yetişkinler tarafından bizlere öğretilmiş tüm iletişim yöntemlerini kullanarak onlarla anlaşmaya çalıştığım zamanlarda kafalarının içinde çok uzaklarda bir yerlere gittiklerinden adım gibi emin olduğumu söyleyebilirim. Çünkü siz ne derseniz deyin, nasıl derseniz deyin; onlar ya size o meşhur kafa sallama hareketiyle cevap verecekler yada sırf siz karşılık bekliyorsunuz diye ille birşey demiş olmak için "yes medım- ok medım- yes sör- ok sör" diyeceklerdir... 


Sizi anlamasalar bile ! 


Ancak siz yatıştıktan sonra dünyaya dönebiliyorlar. Çünkü sesinizi yükseltmenizden dolayı bir tür şoka girip, donakalıyorlar... O kadar şaşırıyorlar ki sizden öyle yüksek bir sesin çıktığına, bu yüzden dünyaya dönmeleri biraz zaman alabiliyor. O zamana kadar da siz yatışmış oluyorsunuz zaten. Yada kısaca sizi ciddiye bile almıyorlar ve siz boşuna bağırmış ve kendinizi kaybetmiş oluyorsunuz; nasıl olsa onlar yine bildikleri gibi hareket edeceklerdir. Siz ne derseniz deyin. Ama yine de ve ille de sizi memnun etmeye çalışarak...

Tabi ki negatif tarafları da yok değil !!! 

Son derece yüzsüz, arsız, patavatsız, kurnaz, yalancı, pis, hastalıklı, tembeller. Çalışmak yerine dilenmeyi tercih ediyorlar. Lakin pozitif tarafları diğer negatiflikleri unutturuyor bir zaman sonra... 
Unutmanızın en büyük sebebi de kaderci ve çileci olmalarından, durumlarını aynen olduğu gibi kabullenmelerinden ileri geliyor.

Yani eğer onlar fakir, sağlıksız, özürlü, pis bir dünyada doğmuşlarsa bu onların suçu değildir, Tanrıları böyle istediği içindir ve onlar kim ki Tanrılara karşı geleceklerdir (!)...

Bu yüzden içinde bulundukları durumu ve şartları değiştirmeye yada iyileştirmeye çalışmıyorlar bile. Onların bu durumdan kurtulmak için "kendimi eğiteyim, okula gideyim ki birşey olayım, daha iyi şartlarda yaşayabilmek için en azından bir işe girip para kazanayım, ailemi kurtarayım vs." gibi düşünceleri yok. Çünkü eğer bu hayatta sefalet, çile ve acı çekiyorlarsa bunun bir sebebi vardır, Tanrı böyle olmalarını istemiştir; nede olsa sırf çektikleri bu sefalet yüzünden gelecek hayatlarında ise ödüllendirileceklerdir; yani bundan sonra ki yaşamlarında kesinlikle zengin, sağlıklı ve dertsiz doğacaklarıdır... 


Onlar malesef böyle bir bekleyiş içerisindeler... 
Ama bu bekleyiş çileciliğe inanan felsefelerinden, dini inançlarından, eğitimsizlik ve olanaksızlıklarından kaynaklanıyor; bu yüzden tüm bunlara saygıyla yaklaşmak gerektiğine inanıyorum...


Yermeden, yargılamadan ve kötü sıfatlar kullanmadan...!!! Yoksa o kadar kolay ki onlara "pis, cahil, aptal, vs." demek ...! 

Hem biz kim oluyoruz da kuzum onları böyle    yargılama hakkına sahip oluyoruz?
Sadece onlardan daha şanslı doğmuş olmak bize bu hakkı vermez... Bizler de orada, o şartlarda, o inanç yapısına sahip bir ailede doğsaydık, onlardan hiçbir farkımız olmayacaktı... Ama tabi bu felsefe kaderciliği savunduğumu göstermiyor, tersine insan şartları ne olursa olsun, her türlü şekilde durumunu iyileştirmeye ve kendini geliştirmeye çalışmalı elbet. Yoksa olduğumuz yerde sayar ve ileriye doğru bir adım atamayız, böylelikle gelişen hiçbir şeye uyum sağlayamayız... 
Oraya olan da bu...!!! 


Büyük düşünür ve yol gösterici Guru Osh0'nun da belirttiği gibi Hindistan'ın gelişmesini önleyen ve olduğu yerde saydıran bu kadercilik, çilecilik ve kabullenmeciliktir zaten...



Din insanların anladıkları şey değildir. 
Din Hıristiyanlık değildir. Hinduizm değildir. Müslümanlık değildir.
Dünyada varolan tüm dinler ölü kayalardır. Onlar akmazlar, asla değişmezler, çağla birlikte hareket etmezler. 

Hakiki dindarlığın peygamberlere, kurtarıcılara, kutsal kitaplara, kiliselere, papalara, rahiplere ihtiyacı yoktur çünkü dindarlık yüreğinizin çiçek açmasıdır. 
O varlığınızın en merkezine ulaşmaktır. 
Ve varlığınızın en ortasına ulaştığınız an bir güzellik, saadet, sessizlik, ışık patlaması olur. Tümüyle farklı bir kişi olmaya başlarsınız. Yaşamınızda karanlık olan herşey ve yaşamınızda yanlış olan herşey kaybolur. 
Osho






Sakin millet işte...
İster vurdumduymaz deyin, ister umursamaz, ister lakayıt; bence kesinlikle sinirleri alınmış bir şekilde doğuyor buranın insanı...

        Gökten 2 elma düşmüş, biri anlatana, biri dinleyiciye...

PS: Benim masalım değil mi? sadece 2 elma düşüyor işte :)))


Sero