15 Mart 2016 Salı

Amerika'da uzun yol yapmak!


Alıntı
Bir kere ne olursa olsun, herkesin mutlaka uzun bir yol tecrübesi geçirmesi lazım… Ben ilk uzun yol tecrübemi benim için kutsal topraklar olan Çamlıhemşin, Rize'ye yapmıştım geçen yıl bu aylarda... Hayatımın en güzel ve zorlu deneyimiydi, o kadar uzun araba kullandıktan sonra Kaçkarlar'a çıkmak :) Ama dediğim gibi, unutulmaz bir serüvendi. Aptal 'yeşil yol' yüzünden lastiğimin patlaması da cabası tabii... Ama herşeye değdi işte... Ondan bir hafta sonra da Amerika'da ikinci en uzun yolumu yaptım.

Tabii ki bu yol eğer arkadaşla olursa ne ala, hele keyifli bir yol arkadaşı tadından yenmez ama bence asıl önemli olan tek başına bu uzun yola çıkman... Bu kendin için yapabileceğin en önemli ve şahane şeylerden biri… Öncelikle kendinle zorunlu olarak geçirdiğin zaman sana çok şey kazandırıyor. 

İster bağıra bağıra şarkı söyle, ister kahkahalarla gül, ister yüzleşemediğin vicdanınla konuş, ister feryat figan ağla... 
Sadece sen kendine şahit oluyorsun... Ve gerçek kendine...
Ve temizleniyorsun da...
İddia ediyorum; uzun yol yapmak insanı temizleyen bir şey! 



HAYAT MEMAT ARAÇLAR
Yanına mutlaka ama mutlaka alman gerekenler; -hayati önem taşıyan unsurlardan bahsediyorum tabii-
-Google map / Navigasyon aleti
-İyi bir müzik arşivi
-Çöp torbası
- Ekstra rahat ayakkabı (ayakların bir müddet sonra farklı bir kalıp istiyor) ve yedek tişört (arabada bir şey yerken ya da içerken üstüne dökmemeyi beceriyorsan ne ala, gerek yok)
- Güneş gözlüğü
-Islak mendil

BİLMEN GEREKENLER
-Başta km ile milleri karıştırıp duruyorsun, alışmakta zorlanıyorsun ama bir kaç gün sonra hesaplamadan mille konuşmaya başlıyorsun. İnsanoğlu işte, herşeye alışıyor. Benim rotam da North Carolina'dan Kentucky'e doğru; en yakın arkadaşlarımdan birini görmeye gidiyorum. 


Raleigh NC - Lexington KY arası tam 489.9 mil... 1 mil =  1.609344 kilometre olduğuna göre siz hesaplayın. Yani, benzinciye girdin çıktın, tuvalete yemeye ihtiyaca durdun, kısaca toplam 1000 mil... 1600 km...

-Bir kere ne olursa olsun emniyet kemerin bağlı olacak; bunu asla affetmiyorlar. Eğer şehir içinden geçiyorsan ve her sokak başında dur levhasını görürsen mutlaka dur! Bu dur levhası buradaki gibi yavaşlayıp geçebilirsin anlamına gelmiyor. Kesinlikle durman gerekiyor. Etrafında kimse olmasa bile... Diyelim ki etrafta ne kamera ne de insan yok, nasıl olsa kimse görmez diye yavaşlayıp geçtin ama bil ki etraftaki evlerde oturanlardan biri gördüğünde hemen ihbar ediyor seni...
Kısaca kurallara uymama lüksün yok canım! İstiyorsan bir dene, bana da haber ver sonra :)

-Öyle bir sistem var ki tıkır tıkır işliyor; yanlış yola mı girdin, hemen ileride telafisi var. Benzin bitecek diye mi kaygılanıyorsun? 5 milde bir benzin/yemek istasyonları var. Uykun mu geldi? Arabanı park edebileceğin dinlenme cepleri var.
Dönüşü mü kaçırdın? Gerçi bu mümkün değil, 10 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatmışlar dönüşleri; yani kaybolma riskin sıfır (tabii navigasyonun da çok önemi var burada) ama ille de kaybolmak istiyorsan, sen bilirsin ama işin harbiden zor... Zaten tüm bunlara rağmen kaybolabiliyorsan, söyleyecek bir şeyim yok!

-Herkes adam gibi kurallara uyduğu için ''biri seni sıkıştırır mı, yoksa dönülmemesi gereken yerden mi döner, bir anda önüne mi çıkar, kıçına mı girer, sellektörle gözlerini mi kör eder, kornayla sinirlerini mi bozar'' korkun yok. Bayağı kolay işin... İki kere korna çalındığını duydum gerçi; ama onlar da kesin ya bizdendi ya da Meksikalıydı :) (Gerçi biri benim yüzümden çalınmıştı... Neyse, uzun hikaye)

-Bizdeki otobanlarda ezilmiş kedi köpek görüyorsun ya, burada daha çok sincap, chipmunk (sincapın ufağı / farenin büyüğü), geyik, tilki görüyorsun. Bir de çok ilginçtir, otoban kenarında ya da yaya geçitlerinde yürüyen simsiyah kargalar görüyorsun... Yanlış duymadın, yürüyen... 








-O kadar çok yemek ve içecek seçenekleri var ki, uzun yolda eşlik etsinler diye bir sürü şey alıyorsun, e arabaya atacağına aldığın çöp torbalarına atıyorsun... İnan o koca çöp torbası doluyor. Eğer yanına almazsan durduğun her yerde çöp kutusu aramak zorunda kalıyorsun ya da arabanda bir müddet sonra adım atacak yer kalmıyor; kalan yiyeceklerden çıkan koku da cabası...

-- Bu ülkede benzin almak dünyanın en kolay işi... Hiç arabanı bırakıp kasaya gitmek zorunda değilsin. Tüm istasyonlarda benzin pompalarının üzerinde kredi kartını kullanabileceğin bir bölüm var. Yanında para olmaması hiç önemli değil. Kredi kartın hayatını kurtarıyor. 



-Yalnız yolculuklarda çok iyi ve fazla müzik seçeneğinin olması hayati önem taşıyor gerçekten... Aklına gelebilecek her müzik türü işe yarıyor ama benim tercihlerim genelde country (annemin deyimiyle köylü müziği), klasik (hele yemyeşil dağların arasından giderken), caz (daha çok blues) ve chill out tarzı Budha Bar serileri (gaza getiriyor)... En keyifli yanı da yalnız olduğun için şarıkılara bağıra bağıra eşlik etmen... Bu yüzden Türkçe repertuar da önemli yer taşıyor. (Benim bayağı iyi bir müzik albümümün olduğunu bu yolculukla fark ettim desem...) Müzik sana zamanı unutturacak bir unsur; öyle ki yola dikkat etmekten ve müzik dinlemekten düşünmeyi bile unutuyorsun. Bazen öyle bir gaza geliyorsun ki normalde hız sınırının 70 mil olduğu yerlerde bir bakmışsın 95'e hatta 100 mile çıkmışsın; hemen toparlanman lazım tabii, buradaki polisler asla affetmiyor hızı. Bir kere durdurdular mı, ne rica minnet ne rüşvet, hiçbir şey işe yaramıyor.
Yalnız müziği kapattın mı da hayatını sorgulamaya ve derin konulara girmeye başlıyorsun... Bence o da iyi bir şey ama fazlası zarar, uzatmaya gerek yok!

-Köprü başlarında RTE (route) ile başlayan ve rakamla devam eden bir takım tabelalar var. Beynim öylesine yıkanmışki ne zaman bu tabelaları görsem bana kötü çağrışımlar yapıyordu.

-EZPass seni paralı yollarda kurtaracak büyük kolaylık... Bizdeki OGS gibi... Ama yoksa da önemli değil, paralı geçişlere daha geniş yerler vermişler; bu arada her geçiş 2 dolar...


-Bizim ülkeyi yeşil zannederken, burada uçsuz bucaksız ve sonsuz yeşilliği görünce fikrim değişti biraz... Hele öyle rengarenk ağaçlar var ki! Sarıdan başlayarak yeşilin, turuncunun, kırmızının, hatta morun tüm tonlarına rastlıyorsun... Patlıcan moru bile var yeminlen... Benim favorim beyaz ve patlıcan morlu ağaçlar... Evet evet, bembeyaz ağaçlardan bahsediyorum...

Alıntı
Alıntı

-Bir yağmur geçişleri var, inanılmaz… Daha 3 saniye evvel kupkuru yolda giderken bir anda bir yağmur bastırıyor, ama öyle bastırma falan değil… Hani su depoları vardır ya bir tonluk; işte o depoyu al, ters çevir ve arabanın üstüne dök! Sen içindeyken ve yol alırken… Neye uğradığını şaşırıyorsun, silecekleri sonuna kadar açsan da göz gözü görmüyor; hele tırlar, kamyonlar daha da ağır vasıtalar yanından vızır vızır geçerken çok tehlikeli bir hale geliyor. Bildiğin 35-40 mile düşüp babaanneler gibi burnunu neredeyse cama yapıştırarak gidiyorsun.

-Eğer 9 saatlik bir yolun varsa, ilk 7 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsun bile ama o son 2 saat var ya! Bitmiyor… İnan bitmiyor… Hele son bir saat tam bir işkence... Tam dönüş yapacağın yola girmek üzeresin, iki mil kalmış, artık çok yaklaştım derken google map bir 35 mil daha ekliyor, zannedersin ömründen 35 yılı çalmış! Tam onu bitiriyorsun; bir 19 mil daha çıkmış, sonra bir 24 daha ve sen git git git git bir bakıyorsun daha bir mil gitmişsin… Sonra başlıyorsun saymaya; 24-23-22.8-21.4-20.2-20.1-20-19.9… Böyle gidiyor… Bitmiyor… Aman dikkat lütfen, kazaların çoğu eve veya varacağın yere bir kaç km kala olurmuş, bu yüzden mümkün olduğu kadar dikkatini iyice yola vermen gerekiyor.

-Gece yolculuğu nerede olursan ol, çok zor. Hele ormanlık veya dağlık bir bölgeden geçeceksen, kapkaranlık bir yolun seni beklediğini bil. Çoğu yolda sadece kendi farların ve diğer arabaların ışıklarından başka aydınlatma yok! Eğer fazla trafiği olmayan bir yerden gidiyorsan, işin daha da zor. Aslında paranoyaya çok müsait bir durum ama dediğim gibi müzik senin en büyük kurtarıcın... 
Eğer çok uykun gelirse (sağa çekip uyuyabilenlerden değilim), ya bağıra bağıra şarkı söyle (nasıl olsa duyan yok), ya kendine bir kaç tokat at (işe yarıyor gerçekten), ya bir istasyonda dur yüzünü yıka ve soğuk havada dışarıda kal, ya da en iyisi morarana kadar nefesini tut… Kalbin birden hızlı atmaya başladığı için, bedenin adrenalin salgılıyor ve kendine geliyorsun. Ben denedim, anında işe yarıyor. Kahvenin bana hiçbir etkisi yok; ilginçtir, daha çok uykumu getiriyor. Ben de yeni öğrendim. Ama nefesimi tuttuğumda, birden kendime geliyorum.

-Son olarak, hep denemişimdir; nedense bir yere gidiş daha uzun sürerken dönüş yolu hep daha kısa... Neden böyle oluyor bilmiyorum; daha mı az mola veriyorsun, yoksa ihtiyaçlarını çoktan karşılamış mı oluyorsun, hiçbir fikrim yok! Ama evine daha hızlı ulaştığın kesin...

Haydi iyi yolculuklar şimdi :)
                                                                                   SeRo

11 Nisan 2015 Cumartesi

Efsanelerin Soluk Aldığı Ada Ülkesi





SRİ LANKA

İsmi ‘pırıl pırıl parıldayan’ anlamına gelen Sri Lanka, bir gezginin hayal edebileceği her şeye sahip; el değmemiş bakir kıyılar, vahşi topraklar, alabildiğince yemyeşil tepeler, heybetli şelaleler, rengarenk mercanlar, tarihi kalıntılar, Budizm’in kalbi, egzotik bir mutfak ve efsaneler…

Fotoğraf: Alıntı


 Güney Asya’da, Hint Okyanusu’nun üzerinde Hindistan’a uçakla sadece 1 saat mesafe uzaklığında bulunan bir adacık… Hani hep adını duyduğunuz, belki haritada yerini bile gösteremeyeceğiniz, belki de gitmeyi hiç istemeyeceğiniz yerlerden birisi Sri Lanka… Ama Hindistan’da geçireceğiniz uzun bir zamanınız varsa buraya gelmemek neredeyse imkansız; çünkü Marco Polo’ya göre burası dünyanın en güzel adası ve Hint Okyanusu'nun incisi…

Harita üzerinde ya da uçaktan bakıldığında Hindistan'dan adeta bir gözyaşı gibi ayrıldığını görebilirsiniz.

Adaya ilk indiğinizde dikkatinizi çeken en büyük unsur askerler... Ada halkının % 70′e yakın bir bölümü Budist olmasına rağmen, halkı maalesef pek barış içinde yaşamıyor. Hükümet güçleri 1980′lerin başından beri kendilerine ayrı bir devlet kurmak isteyen Tamil Kaplanları ile iç savaş halinde. Her iki taraf da bu yüzden binlerce şehit vermiş durumda. Ancak 2009'da bu savaşı hükümet güçleri kazandı. 

Adaya baktığınızda, kendine ve halkına has güzellikleri gördüğünüzde, hele ki Budizm gibi çok barışçıl bir dinin hâkimiyetindeki bir ülkede bu duruma şahit olmak, kendinizi bir garip hissetmenize sebep oluyor. 

Gittiğiniz her yerde kalaşnikoflu askerler görüyorsunuz; her beş dakikada bir kimlik kontrolü yapıyorlar. Sokaklarda neredeyse askerlerden başka kimseler yok. 

Turist olduğunuz için bu sorgu aşamalarını daha hızlı geçebiliyorsunuz ama değilseniz, işte o zaman formaliteler sizin biraz daha yaşlanmanıza sebep oluyor. Okyanusun kenarında muhteşem bir otelde kaldığınızda bile, otelin hemen yanındaki binanın tepesinde, yine ellerinde uçaksavarla gökyüzünü ve insanları gözetleyen askerler görebiliyorsunuz. Oraya gittiğimde savaşın en harlı dönemlerinden biriydi ama bu bile orada olduğum her dakikadan keyif almamı engellemedi.

Sri Lanka'nın sembollerinden biri ''Lion's Rock''... Aslında bakılınca tam bir sürüngen kafasını andırıyor.
Dünyanın 8'inci harikalarından birine örnek...
Foto: Vikipedia











       Okyanusun etkisinden midir nedir, Sri Lanka’da güneşin batışı bir farklı…



                                         COLOMBO ve GALLE FACE

Kaldığım otel oranın en güzel oteli bence... Ne krallar, ne başkanlar,  ne Hollywood aktörleri geçmiş buradan.
Bir de ben geçtim tabii :)Hatta otelin kendisine ait bir hatıra defteri var, gelen çok ünlü misafirlerin el yazılarını ve imzalarını görebiliyorsunuz ama çok ünlü olmanız veya kraliyet ailesinden gelmeniz gerekiyor deftere imza atabilmeniz için... 











Oranın en büyük şehri olan Colombo’daki en keyifli otel Galle Face Oteli. yaşanan son tsunami felaketinden bir hayli etkilenmesine rağmen, geçmişte ağırladığı konukların da kattığı ihtişamıyla hala ayakta... Otelin eski bölümünde halen lobideki halılarda, defalarca temizlenmelerine karşın, tsunamiden kalan tuz ve rutubet kokusunu duyabiliyorsunuz. 


Tavsiyem, otelin yeni inşa edilen bölümünde kalmanız. Son derece zevkli ve rahat döşenmiş odaları direkt okyanusa bakıyor.


Sri Lanka bir ada ülkesi olmasına rağmen, orada denize girmeniz kirlilikten ve tehlikeli olmasından dolayı yasak. Adanın bulabildiğiniz tüm fotoğraflarına bir göz atın, okyanusun sakin olduğu bir fotoğraf bulamazsınız. 

Okyanus her mevsim ve günün her saati daima çalkantılı ve sert dalgalı, bu da burayı özellikle sörfçüler için ideal bir yer haline getiriyor.

1900′lerin başında çekilen fotoğraflarda bile okyanusun sakin ve huzurlu bir zamanına rastlayamadım. Zaten devamlı tsunami felaketlerinden çekmesi de cabası... Ada onlarca tsunamiye şahit olmuş ama tarihinde yaşanan en kötülerinden biri, 2004'de binlerce insanın ölümüne neden olan...  :(


Bütün bu felaketlere rağmen adanın güzelliği, vahşi doğası ve tarihi meraklı turistleri ve ele avuca sığmaz okyanusu da sörfçüleri buraya çekiyor.

Adanın ne tarafından bakarsanız bakın, okyanusu sakin görmeniz mümkün değil!
Foto: Alıntı
Balıkçılar çok ani yükselen dalgalara önlem olarak bu yöntemle avlanıyorlar.
Foto:Alıntı

















Eğer buraya kafa dinlemeye gelmediyseniz, Colombo’da sadece bir gün geçirmeniz yeterli olacaktır. Daha sonra trenle 1,5 saatlik mesafede bulunan ve Colombo’dan daha eski bir şehir olan Kandy’ye gidebilirsiniz. Kandy doğasıyla muhteşem bir şehir. Colombo’nun şehir görüntüsünden kesinlikle çok farklı. Vahşi, dokunulmamış ve bu yüzden hala bozulmamış.
..

Foto: Alıntı

Baharat bahçelerinden oluşan bir çok doğal parkı mevcut. 

Parkları gezmek ve birbirinden ilginç bitkilerle tanışmak gerçekten farklı deneyim ama benim önerim Kandy’nin en enteresan yerlerden biri olan fil yetimhanesine gitmeniz. Sri Lankalılar dünyada belki de fillerle en yakın ilişkiyi kuran halk. Tarihlerinin her sayfasında filler başroldedir. 20’inci yüzyıl başında adada 12.000 fil varken günümüzde bu sayı 2.500 civarında.

Foto: Alıntı

Burası gerçek anlamda bir yetimhane. Benim gittiğim zamanda burada öksüz, yetim, avcılardan kurtulabilmiş, yolunu kaybetmiş, hastalanmış ve tedavi edilmiş 60 küsur adet fil vardı. Yetimhane geçimini hükümetten gelen yardım ve turistlerin bıraktığı paralarla sağlayabiliyor.





Yanda fotoğraflarını gördüğünüz filin ismi Kala... 

Kala’yı, avcının biri gözlerinden vurmuş ve kör kalmış. Ama yetimhane ona sahip çıkmış. Tek derdi, görmediğinden dolayı etrafına zarar vermesin diye ayağından zincirlenmiş olması...

Bu yüzden maalesef hiç bir yere gidemiyor ve tek başına bakılıyor…






Bir fil yavrusuna dokunmak ve onu sütle beslemek inanılmaz bir duygu... O kadar masumlar ki!

Fakat kafaları o kadar sert ki, bir kayaya dokunduğunuzu düşünüyorsunuz. 

Yetimhanedeki fillerin yemek saatlerini kesinlikle kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 


Ama yavru her yerde yavru işte. Hele biberonu bittiğinde -ki 10 saniyeden uzun sürmüyor- ağzından zor alabiliyorsunuz; aynı gerçek bebekler gibi. Yemek yemek için sabırsızlanmaları ve yanınıza gelmek istemeleri, zincirlerini neredeyse kıracak gibi olmaları biraz da bizim çok aç olduğumuzdaki halimizi hatırlatıyor.

Bu fotoğraftaki ipi görebilene ödül vereceğim :)

Filler ifadeleri, duruşları, bakışları ve masum halleriyle gerçekten de çocuk gibiler. Yine de tüm bu hallerine aldanmamak lazım tabii, çünkü aynı zamanda son derece tehlikeli yaratıklar. Fotoğrafta gördüğünüz iple çizilmiş sınırdan ileri gitmeniz hayatınız açısından çok tehlikeli, fakat ben yine de gidebildiğim kadar yakınlarına gittim.






















Banyo zamanı. Nasıl mutlular, nasıl çocuklar gibi şenler banyo vakitleri geldiğinde… Sudayken suyla ve birbirleriyle oynamalarını, şakalaşmalarını görmeniz lazım; orada saatler geçirebilirsiniz.




KUTSAL DİŞ TAPINAĞI



Kandy aynı zamanda Budistlerin en kutsal saydıkları ve hac için ziyaret ettikleri ‘Kutsal Diş’ yani ‘The Sacred Tooth Relic’ tapınağı’nın bulunduğu şehir. Bu tapınağın bu kadar kutsal olmasının sebebi, Budizm’in yaratıcısı Buddha’nın dişinin burada saklanıyor olması... 


Sacred Tooth Relic Tapınağı
Foto: Vikipedia 
Burayı ziyaret etmeden Kandy’den ayrılmak olmaz tabii. Bu tapınak çeşitli zamanlarda atılan bombalardan dolayı çok yara almasına rağmen, her defasında yenilenmiş ve daha da görkemli bir hale getirilmiş. Oranın ve Budizm’in en kutsal tapınaklarından biri sayıldığı için, özellikle rahipler ve hükümet buna çok özen gösteriyor. Günde şafakta, öğlen ve akşam olmak üzere üç kez ayin yapıyorlar.

Buranın mimarisi ise çok özel ve ilginç özellikler taşıyor.





Tabii ki Kutsal Diş’i görmek adına minimum 45 dakika beklemeyi göze alacaksınız. Bir kere diş, yandaki fotoğrafta gördüğünüz taş, mücevher ve incilerle süslü bir yumurtanın içinde saklandığı için ve sizin kutsal yerden içeri sadece bir kaç saniye bakmanıza izin verdiklerinden, dişi kesinlikle göremiyorsunuz. 







Yine de tapınağın atmosferini yaşamak, rahiplerin ayinleri ve inananların ritüellerine şahit olmak her şeye değiyor.


EFSANE EFSANELER

Sri Lanka aynı zamanda hikaye ve efsaneleriyle meşhur olduğu için Kutsal Diş’in Sri Lanka’ya nasıl geldiği şöyle anlatılır; Buddha öldüğü zaman, vücudu Hindistan’da Kusinara’da yakılmış ve cenazede Buddha’nın sol köpek dişi ‘Khema’ tarafından alınmış. Khema daha sonra hürmetini göstermek adına dişi, Kral Brahmadatte’e vermiş ve böylelikle diş kraliyetin mülkü haline gelmiş.


Prens Dantha ve karısı Hemamala
Başka bir efsaneye göre: Udeni Şehri’nin Prensi Dantha, bir Budist olarak bir gün ‘Kutsal Diş’e tapınmaya şehre gelir. Kral Guhaseeva buna çok memnun olarak kızı Hemamala’yı Prens Dantha’ya verir. Kutsal Diş yüzünden şehre saldırılar artmaya başlayınca, diş Prens ve karısına emanet edilir. Hemamala dişi kendi saçlarından yaptığı bir ziynet eşyasının içine gizler. Kendilerini de kimliklerini gizlemek için Brahman olarak tanıtırlar. Ganj nehri üzerinden yola çıkıp, sonunda Sri Lanka’ya ulaşırlar. Böylelikle Sri Lanka Kutsal Diş’in yeni evi olur. Çünkü Buddha ölmeden evvel 2500 yıl boyunca Budizm’in en güvenli olacağı yerin Sri Lanka olacağını beyan eder. Sri Lanka kralı prens ve prensesten dinlediği hikayelerden o kadar hoşnut olur ve Kutsal Diş’ten o kadar etkilenir ki krallık sarayının içine kutsal emanetin konulması için bir saray daha yaptırır. Zamanla ülkeye olan yabancı tehditler gittikçe arttığı için, krallık ve kutsal emanet bir şehirden diğerine taşınarak şimdiki yeri olan Kandy’e ulaşır. O zamandan beri Kutsal Diş Tapınağı Buddha’nın rituel, ayin ve dualarının temsil edildiği bir semboldür. Bu yüzden de burası Budistler için son derece kutsal bir yer olarak kabul edilir.

Genç Buda
Bir başka inanışa göre; Kutsal Diş’i kim ele geçirirse aynı zamanda krallığı yönetme hakkına sahip olacakmış. Bu yüzden Sri Lanka ile Hindistan arasında pek çok savaş olmuş. Buddha öldükten 800 yıl sonra -yani 4’üncü yüzyılda- Kutsal Diş, Kalinga Kralı Guhaseeva’ya geçmiş. Kralın kendisi de Budist olduğu için, bu dişi kutsal saymaya ve dişe tapmaya başlamış. Bu durum halk arasında neredeyse bir paniğe ve skandala sebep olmuş ve halkın büyük bir çoğunluğu Kral Paandu’ya giderek, Kral Guhaseeva’nın tanrıya inanmayı bıraktığını ve bir dişe tapınmaya başladıklarını söylemişler. Kral Paandu’da bu kutsal emaneti yok etmeye karar vererek, dişi şehre getirmelerini emretmiş. İnanışa göre diş şehre geldiğinde bir mucize olmuş ve Kral Paandu da Budizm’e geçerek Budist olmuş.

Bir başka söylentiye göre ise; diğer ülkelerin kralları şehre saldırdığında, daha askerler şehre ulaşmadan başlarında bulunan krallar hayatını kaybediyormuş.


Sri Lanka amblemi 
Sri Lanka Rupisi














Sri Lanka’ya gidip de muhteşem kostümler ve son derece ilginç takılarıyla yaptıkları yerel danslarını izlememek de olmazdı hani…

        Bu masalın geleceği yer bu kadar, sonraki masalda görüşmek dileğiyle,

                                        Sero