12 Kasım 2012 Pazartesi

Mantalite dediğin..



Oradaki en yakın arkadaşım Nirmala ve ailesi...
Mantalitemiz ve davranışlarımız birbirinden çok farklı olduğu için, Hintlilerle anlaşmak, hele aksanlarını anlayabilmek son derece zordu başlarda benim için. Fakat daha sonra gün geçtikce her şey bir bir kolaylaşmaya başladı. Çünkü burada ki herkesin aslında son derece çocuksu ve masum bir düşünce yapıları olduğunu kavrıyorsunuz. Siz de bugüne kadar size oğretilmiş ve alıştığınız karmaşık konuşmalarınızı ve beden hareketlerinizi minimuma indirgerseniz, onlar da sizi anlamaya başlıyorlar.

Söyledikleri her şey de samimi ve gerçekler
Yalana çok sık rastlamadığınız bir yerdir Hindistan. Eğer şişman bir insansanız bunun yüzünüze kibar olmayan ama masum bir şekilde söyleneceğinden emin olabilirsiniz. Ve bunun arkasında asla kötü bir niyet aramayın, çünkü ne diyorlarsa ima etmeden, yolu dolandırmadan, arkanızdan konuşmadan söylüyorlardır.

Orada 'Habitat For Humanity' organizasyonu için amelelik yaptığımı söylemiştim sanırım. Organizasyon yoksullar için ev inşa ediyor ve biz gönüllüler sayesinde de inşaatları ilerliyor. Yaşadığım en güzel tecrübelerden biriydi, herkese tavsiye ediyorum. Onlar sayesinde Hindistan'ın en ücra köylerine gittim ve en ilginç insanlarıyla tanıştım. Birlikte çok şey paylaştık. Beraber yemek yedik, güldük, sırt sırta yan yana çalıştık ama en çok güldük...  




Yandaki fotoğrafta şantiyede, iskele üstündeyim, çimentoyla dolduruyoruz blokları... Takım liderimiz kızıyor bana, ekibime kötü örnek oluyorum diye... Koruyucu malzemem olmadan oradayım ya... Sıkıysa tak koruyucularını yanındaki yalın ayak, tek gömlek çalışırken...

Utanmaz mısın?




Evlerini yaptığımız ailelerden biri; Phrabu, esi Usha ve 4 cocukları..

Bir kere insan buraya geldikten sonra çok değişiyor. 
Sadece kendimden verdiğim örnekler değil bunlar; orada tanıştığım insanlarla yaptığım sohbetler de bunu gösteriyor. Orada hayata bakış açınız, sorgulamanız, cevaplarınız, insanlara yaklaşımınız, yargılamanız, şefkatiniz, anlayışınız, saygınız, öfkeniz hatta hayatta ki öncelikleriniz bile değişiyor.

Değişmemesi mümkün değil ki.


Ama bu ille de aydınlanmanızı gerektirmiyor tabi ki...

Hani bazı insanlar vardır, Hindistan'a gelip bir kaç ay geçirdikten sonra kendilerini hayatı çözmüş ve bütün sorulara cevap bulmuş insanlar olarak kabul ederler... Tanrısal ışığı görmüşlerdir güya... Tanrının elinin onlara dokunduğunu ve o andan itibaren hayatlarının amacını anladıklarını, aydıklarını, neden dünyaya geldiklerinden emin olduklarını söylerler...
Çoğu  yoga ve meditasyon uzmanı, hayat gurusu olup Hindistan'a gidemeyen ve aymayan insanlara verdikleri kurslarla yol göstermeye başlarlar... :)

Ben öyle de olamadım...




Kaldığım ilk bir ay içinde, şahit olduklarımın karşısında çok etkilendiğimi ve arkadaşlarıma artık havaydı, trafikti, ilişkilerdi, yok klima çalışmıyordu, yok faturalardı, yok biri birine şöyle demişti gibi hiç bir konu hakkında şikayet duymak istemediğimi ve bunların artık beni ilgilendirmediğini özellikle belirttiğimi anlatan uzun bir mail attığımı hatırlıyorum.

Eğer daha çok ruhsal gelişmeye inanan insanlardansanız, Hindistan'ın ruhunuzu kesinlikle yoğurduğunu, evcilleştirdiğini, sakinleştirdiğini söyleyebilirim. Eğer her şeyden kolaylıkla etkilenen duygusal bir yapınız varsa, oradan etkilenmemeniz ve öğrendiklerinizi hayata geçirmemeniz çok zor. En başlarda elinizde olmadan her şeye isyan ediyorsunuz, hatta mantığınızın bir türlü almadığı sisteme ve sizi delirten yavaşlıklarına bile... Her şeyi düzeltmek istiyorsunuz sanki siz yaratmışsınız gibi. Hatta eğer her şey umduğunuz gibi gitmezse ilk uçakla geri dönüp ülkeden kaçmayı bile düşünüyorsunuz.

Sadece sizden farklı oldukları için.


Ancak kendinizle ve onlarla savaşmaktan vazgeçtiğiniz taktirde, okuduğunuz romandaki tüm karakterler sayfalardan dışarı fırlıyor ve sizi sarmalamaya başlıyorlar. Anlattıkları öykuleri dinleyince farkında bile olmadan onların arasına karışmış ve romanın bir parçası olmuş oluyorsunuz ve sayfaların arasında yasayarak gezmeye başlıyorsunuz; bir sonraki sayfada neler olacağını ne tür bir maceranın sizi beklediğini merak ve hayal ederek.

Kast sisteminin hala geçerli olduğu durumlara ve üst kasta mensup insanların alt kasttakilere son derece kaba davranışlarına şahit olmanıza ve sizin de bundan rahatsızlık duymanıza rağmen, elinizde olmadan bu kültüre, tarihine, geleneklerine, edebiyatına, dinlerine ama en çok insanlarına saygı duymaya başlıyorsunuz.

Eğer öğrenmeye çok açıksanız herkesi olduğu gibi kabul etmeyi de başarabiliyorsunuz.

.........

Başta tabii ki herkes gibi bende zorlandım...


Sağa sola tükürenleri, yanınızda balgam atanları, boğazını ulu orta temizleyenleri, burnunu gözlerinizin içine baka baka karıştıranları, elleriyle akıta akıta yemek yiyenleri, hatta şehrin her yerini umumi tuvalet olarak kullananları... Tabii ki tüm yargılamalarım, tüm bu bahsettiğim şeyleri bizim burada ki hayatımızda görmeye pek alışık olmadığımdan kaynaklanıyordu.
Öyle ya, tarlada çalışan ya da ormanlarda büyüyen biri, akşama kadar bekleyip, köyüne kadar gidip evinin lavabosuna tükürecek ve tuvaletini kullanacak değil ya! Artık şehirde bile yaşıyor olsa fark etmiyor, nede olsa öyle büyümüş, öyle görmüş ve aynı şeyleri yanında taşımış ve uygulamaya devam etmiş.
En başta son derece acımasızca hatta iğrenerek yargılıyorsunuz insanları, kendinize ve size gümüş tepsiyle sunulmuş olağanüstü şartlara bakmadan... Onların yerine kendinizi koymadan...
Sonra yine size öğretilen görgü ve klişeleşmiş nezaket kurallarına ve inceliklere yenik düştüğünüzü fark ederek, aslında böyle bir ortamda büyüseydiniz, sizin de aynı şeyleri yapacağınızın ve hatta tüm bunları normal karşılayacağınızın farkına varıyorsunuz.


Çünkü onların bu halleri aslında son derece normal onların hayatında ve kendi anlayışlarında...

Normal olmayan ve her şeyden devamlı memnuniyetsizlik yaratan bizleriz aslında o durumda.

Herkesin devamlı pislik içinde yaşamalarına şikayet etmek isin en kolay yolu... 

.........

O kadar yoksullar ki.

Madden tabii...

Eğer pislik içinde yaşamalarının sebebinin öyle olmayı seçtiklerinden değil de, olanaksızlıklardan kaynaklandığını kabul ettiğiniz taktirde, sisteminiz oraya daha kolay ayak uyduracaktır ve kabullenmeniz daha kolay bir hale gelecektir.


Mesela, yandaki fotoğraftaki köye içme suyu haftada bir geliyor. Hadi bakalım siz haftada bir sadece içebilmek için kullanabileceğiniz suyla temiz kalın!...

Dediğim gibi her şey adapte olmaya açık olup, kabullenmenizle ilgili...

Bunları kabullenebildiğiniz anda -ki kolay olmadığını belirtmem gerekiyor- buraya uyum sağlayamayacak kimse yok bence...


Burada yaşayanların büyük çoğunluğu kadere inanan ve pozitif insanlar...

İnandıkları Tanrıya ya da Tanrılara kesinlikle karşı çıkmıyorlar, isyan etmiyorlar, öfkelerine yenilmiyorlar. İçinde bulundukları durumu ve koşulları gönülden kabulleniyorlar. Neden yoksul olduklarını sorgulamıyorlar bile, çünkü yoksulluğun Tanrı'dan geldiğine ve karşı çıkılmaması gerektiğine inanıyorlar.

Bu yüzden biraz da tembeller.

Ama yaptığı iş veya taşıdığı yük ne olursa olsun, gülümsemeyen insan göremezsiniz.
Gördüğünüzde ise yapacağınız tek şey gülümsemek; inanın kendisi de hemen size gülümseyerek karşılık verecektir.


Ve buraya ısınmanız o gördüğünüz samimi ve sıcak gülümsemelerden ve anlam taşıyan bakışlardan, onlara karşı hissettiğiniz gerçek duygulardan sonra başlayacaktır.



İste, ondan sonra inanılmaz, müthiş ve masal gibi bir yolculuk bekliyor sizi...
















Sero

17 Ocak 2012 Salı

Hinduizm ve rengarenk tanrıları...

Bir önceki yazımda Hindistan'ın renkli dinlerinden örnekler vermiştim, sıra buranın en temel dini olan Hinduizme geldi. Hinduizmin kendi o kadar renkle dolu ki... Sadece kitapları değil, karakterleri, tanrıları ve masalları da rengarek... 
Buraya gelmeden bir kaç gün evvel arkadaşlarımla Teşvikiye Café’de oturmuş, Hindistan hakkında neler bildiğimizi gözden geçiriyorduk. Laf döne dolana inançlarına geldi tabii. Onları en ilginç kılan konulardan biri değil miydi ki zaten? Hani ineğe tapınmaları, binlerce tanrıları olması vs... Bunların dışında bildiğimiz öyle pek fazla bir şey yoktu inançları hakkında. Bu yüzden buraya gelir gelmez ilk edindiğim bilgilerden, öğrenmeye çalıştığım konulardan biriydi Hinduizm.
Bir şeyi açıklığa kavuşturalım önce; Hintliler, öyle sanıldığı gibi ineklere tapmıyorlar... İşte size tüm hayatınız boyunca bildiğinizi sandığınız ama yanıldığınız bir gerçek... İneklere tapmıyorlar ama onların etinden, sütünden, derisinden, gücünden yararlandıkları için onları kutsal sayıyorlar o kadar. Sadece Nandi isimli, tanrılarından Shiva'nın üzerine bindiği ve bu yüzden ana tanrılardan sayılan bir boğa tanrısı var ama bu bütün ineklere de aynı muameleyi gösteriyorlar demek değil. Trafikte caddenin ortasında oturan ve bu yüzden bütün trafiği alt üst eden bir sürü inek, bufalo, öküz vs. görebilirsiniz. İnsanlar onları rahatsız etmektense etraflarından dolanmayı tercih ederler ama bu onlara taptıkları için değil, kutsal saydıkları içindir...
İnsan maalesef en büyük hatayı bilmediği konularda ahkâm keserken yapıyor. Sadece kulaktan dolma bilgilere dayanarak. Öyle ya, en azından bir şeyler söyleyebilmek 'bilmiyorum' demekten daha önemli değil midir bizler için? Ama işin aslını öğrenmeye gelince de kapılarımızı nedense kapatıyoruz. Kurbağaların sindirim sistemleri gibi 'hayatın neresinde' kullanacağımızı düşünüyoruz bu bilgiyi. Bence Hintlilerin inançları da bu göz ardı ettiğimiz, hayatın neresinde kullanacağımızı bilmediğimiz ve genelde dalga geçtiğimiz bilgilerden biri.

Eğer benim gibi masallara, efsanelere, öykülere, kahraman hikâyelerine çok düşkünseniz bu yazıdan çok keyif alacağınıza eminim.
Brahma-Vishnu-Shiva

Hinduizm gerçekten son derece renkli, ilginç ve masalımsı öğeleri olan bir din. Neredeyse din değil de bir yaşam biçimi diyebiliriz buna. Diğer dinlerden farklı olarak bir kurucusu, peygamberi veya bir otoritesi yoktur. Başlangıcı belirsizdir, yine de en eski ve çok tanrılı dinlerden biri sayılır. Milyonlarca tanrısı olduğu için de ibadet şekilleri ve törenleri konusunda çok esnektir.
Brahma, genelde her biri pusulanın yönlerine
bakan dört başlı bir görüntü ile sembolize edilir.
Hindu’ların büyük bir çoğunluğu, reenkarnasyona, yeniden doğuma inanırlar. Birçok tanrıya sahip olmalarının nedenlerinden biri de budur. Yaklaşık olarak 330 küsur milyon tanrıları olmalarına rağmen her şey, başlangıç aslında tek bir enerjiden yola çıkmıştır. O da Brahman’dır (tek gerçekliktir) ve Tanrı Brahma evrenin yaratılışında büyük bir rol oynar. Ve ondan sonra ki her tanrı aslında Brahma, Vishnu ve Shiva’dan üremiştir ve her tanrı bir önceki tanrı ya da tanrıların reenkarnasyonu olduğu ve hiç biri birbirinden aslında ayrılmadığı için de burada çok tanrılı dinden bahsedilmesine karşın, aslında başlangıcı tek bir tanrıdan oluşan  ve yıllar geçtikçe reenkarnasyonla birlikte türemiş birçok tanrılı dinden bahsetmiş oluyoruz.
Her kral veya kral soyundan gelen savaşçılar ancak yıllarca süren yaptıkları meditasyon ve acı çekmeleriyle Brahma tarafından verilen özel güçler kazanmışlar ve tanrı unvanı almışlardır. Brahma soyundan gelenler ‘Brahman’ olarak adlandırılır ve en üst kast sayılır.
Brahma genelde her biri pusulanın yönlerine bakan dört başlı bir görüntü ile sembolize edilir.

Trimurti
‘Shiva’ ve ‘Vishnu’ da aynı zamanda Brahma kadar önemli tanrılardır ve bu ucu birbirine eşit sayılır. Bu üçlüye Trimurti adı verilir.
Vishnu

Vishnu doğru davranışla özdeşleştirilmiştir. Dünyada ki her iyi ve doğru şeyin koruyucusudur. Dört kolu vardır. Ganj Nehri’nin ayaklarının ucundan çıkıp aktığına inanılır.  Vishnu’nun tam 22 reenkarnasyonu var ve bunların en önemli olanları ve en bilinenleri Kral Rama ile Tanrı Krishna’dir. Burada, bazı yerlerde İsa Peygamber’in de Vishnu’nun bir reenkarnasyonu olduğuna inanıyorlar ve bu yüzden İsa Peygamber’in burada Hıristiyanlar dışında da pek çok takipçisi var.

Shiva, çoğunlukla mavi renkte ve
boynuna yılan dolanmış olarak
sembolize edilir.
Vishnu ne kadar koruyucu ve üretici, Brahma ne kadar yaratıcı ise Shiva’da hem yok edici hem yaratıcıdır. Her ne kadar özellikle yok etmeyi temsil etse de, kötülüğü de yok ettiği için olumlu bir güç olarak görülür. Shiva’nın yaratıcı gücü, cinsel organını temsilen Lingam adı verilen sembolle anılır. 1008 adet ismi vardır ve birçok değişik formda karşımıza çıkar. Shiva'ya tapanlara 'Şaivitler' denir ve bu kişiler Shiva'nın Nihai Gerçek olduğuna inanırlar.
Çoğunlukla Shiva, mavi renkte ve boynuna yılan dolanmış olarak sembolize edilir.


              
                                                  Hinduizm'in kutsal kitapları

Hinduizm’in Kuran, İncil ya da Tevrat gibi bir kitabı olmamasına karşın onların İncil’i sayılan, ‘Ramayana’ ve ‘Mahabharata’ adıyla anılan kitapları var. Bunları okumadan Hinduizm’i, Hintlilerin inandıkları yaşam biçimini anlayabilmek neredeyse imkânsızdır. Her ikisi de diğer din kitapları gibi iyiyle kötünün savaşını anlatıp, mucizelere yer verir.

Shiva, eşi Parvati ve oğlu Ganesh
Mahabharata destanı genelde ilk kitap olarak kabul edilir, Vishnu’nun reenkarnesi olan Tanrı Krishna hakkındadır ve yazarı Shiva’nin oğlu ve yine tanrılardan biri olan fil kafalı Ganesh’tir. Ganesh 'Şansın Tanrısı'  olarak kabul edilir. Hemen hemen tüm evlerde, arabalarda, ofislerde şans getirmesi için onulan Ganesh’in resimlerini ya da heykellerini görebilirsiniz. Ganesh’in fil kafasıyla temsil edilmesinin ise bir sebebi vardır. Bir efsaneye göre; Shiva uzaktayken eşi Parvati Ganesh’i dünyaya getirir ve Shiva eve döndüğü zaman evinde bu yabancı çocuğu görünce kafasını uçurur.

Ganesh
Sonra gerçeği öğrendiği zaman da pişman olup karşısına çıkan ilk hayvanın başını oğlunun gövdesine yerleştirir. Tahmin ettiğiniz gibi bu hayvan fildir. Bence babasının ilk gördüğü hayvanın kuş ya da gergedan olmamasına şükretmesi gerekir Ganesh’in... :)

Bebek Krishna
Bu yüzden de filler burada şansı, develer aşkı, atlar ise gücü temsil ederler.

Krishna ve Radha
Kitapta bahsedilen tanrı Krishna aşkın, müziğin, dansın tanrısıdır ve dünyaya iyiliği koruyup kötülükle savaşması için gönderilmiştir. Vishnu’nun 22 reenkarnesinden biridir. Doğduğu zamandan itibaren ‘Bebek Tanrı’ unvanını almıştır ve bir tanrı ve genç bir prens olarak çocukluğundan beri yol gösterici olmuştur. Çoban kızlara olan yakınlığı ve Radha’ya olan ölümsüz aşkı birçok şarkıya ve resme ilham kaynağı olmuştur. Krishna her yerde mavi renkte sembolize edilir.

Bilinen en ünlü Krishna’ya adanmış tapınaklardan biri olan Iskcon Tapınağı ise Bangalore’dadır.
Rama ve Sita
Ramayana ise içinde masalsı her türlü öge olmakla birlikte, iyilikle kötülüğün savaşını anlatan bir kitaptır. Kitabın kahramanı yine Vishnu’nun reenkarnasi olan Rama adlı bir prenstir. Rama her şeyin en iyisine, en güzeline; her kahramanın sahip olduğu tüm özelliklere, güçlere ve bilgiye sahiptir. Veda’ların (bilgi) hepsini bilmekle birlikte tabii ki son derece yakışıklı ve son derece güçlüdür. Hikâye üvey annesinin kral babasını kandırması ve Rama’yı dağlara sürdürmesiyle başlar. Karısı Sita ise Rama’yı yalnız bırakmaz ve onunla birlikte sürgüne gider. Fakat Sita 10 başlı kötü canavar Tanrı Ravana tarafından kaçırılır ve iyiyle kötünün savaşı böylece başlamış olur.

Kral Hanuman
Maymun Kral ‘Hanuman’ bu hikâyenin başkahramanlarından biridir. Yarı tanrı, yarı maymun özelliğine sahip olan Hanuman, aynı zamanda  birçok şekle girme ve uçma yeteneğine de sahiptir. Savaşçılığı, cesareti, kuvveti, sadakati ve dürüstlüğü ile bilinir. Ramayana destanında Prens Rama'nın sağ kolu ve en güvendiği kişilerden biridir. Hatta buradaki Hintli kızların çoğu eşlerinin aynen Hanuman gibi olmasını dilerler.

Bu anlattıklarım en bilinen ve ünlü tanrıları. Daha önce de dediğim gibi Hinduizm’in tam 330 küsur milyon tanrısı var ve hepsi bu saydıklarımın reenkarneleri, eşleri, çocukları ya da çocuklarının çocuklarıdır; Bu yüzden çok tanrılı bir din haline gelmişlerdir. Her birine % 100 inanırlar ve aynı derecede saygı duyarlar. Şimdi yatağa gitmeden evvel bu tanrıların hepsine, özellikle de yaratıcı Brahma'ya dua edeyim; Belki o bana iyi ve hayırlı bir kısmet gönderir... :)

                                         Onlar çıkmış muradına, biz çıkalım kerevetine...
                                                                             Sero



7 Nisan 2011 Perşembe

Inanç ve Kader



Yazıma başlamadan evvel sizlerle paylaşmak istediğim bir konu var; 
maalesef çoğu insan gibi ben de insanları renkleriyle, görünüşleriyle, davranışlarıyla, gelenekleriyle, statüleriyle, inançlarıyla, politik görüşleriyle, tuttukları takımlarıyla hatta aile isimleriyle bile yargılayabiliyor(d)um... 
Neden? 

Bizim gibi düşünmedikleri, davranmadıkları, kuralları prensipleri bize uymadıkları, kısaca bize benzemedikleri için... Bu faşist tarafımı uzun zamandır fena halde törpülemeye çalışıyorum. Çünkü bizi toplumdan ve insanlıktan uzaklaştıran en büyük unsur bu bence... 

Daha çok egomuzun ve bize öğretilen yine klişeleşmiş markalılaşma ve gruplaşmaların bizi yönlendirdiği kesin ama böyle olan herkesi suçlamıyorum; yine de herkesin kendinden ve yaptığı seçimlerden sorumlu olduğunu düşünüyorum. 
Hayattaki yolumuzu kendimiz belirleriz, kısacası karakterimiz aslında bizim kaderimizdir. Kimse benim için kader kurbanı değildir, insanlar ancak kendi yaptıkları seçimlerin kurbanıdır ve bence her şey bir seçimden ibarettir.

İnandığımız tanrının bize sadece bir seçenek sunmuş olduğuna inanmayanlardanım. 

Yürüdüğümüz her yolun sağa sola dönüşleri olduğuna ve en azından herkesin en az iki seçeneği olduğuna inanıyorum. Dön ya da dönme. Yap ya da yapma. Git ya da gitme. Konuş ya da konuşma. Öldür ya da öldürme. Yargıla ya da yargılama. Her şey yaptığımız seçimlerden ibaret ve bu seçimler bizim kaderimizi oluşturuyor. Bu yüzden herkese, her türe, her şeye ve her inanca çok büyük bir saygım var. 

Hindistan'ın inançlarına da işte böyle yaklaşmalıyız. Sadece bizim gibi düşünmüyorlar, davranmıyorlar ve hatta bizim gibi ibadet etmiyorlar diye onları yargılayamayız. Bilip bilmeden, okuyup öğrenmeden, ineklere ve binlerce tanrılara tapındıklarını düşünüp onları küçümseyemeyiz. Çünkü her şeyde olduğu gibi, burada da her şeyin bir sebebi var. Hem de son derece mantıklı bir sebebi... Sadece kendimizden başka hikayeleri de dinlemeyi ve kabul etmeyi de öğrenmeliyiz, o kadar. 

Bunları neden mi anlatıyorum? 

Bugüne kadar bu konuda edindiğim ve şahit olduğum kötü tecrübelerden... İnsanlar hem öğrenmek istiyorlar, hem de kendilerinden olmayanı kabul etmiyorlar. Daha doğrusu insanlar bilmedikleri şeyden korkuyorlar ama öğrenmek için can da atmıyorlar.
Bu yüzden Hindistan'ın en yanlış bilinen yönü olan inançlarını yazmaya karar verdim. Ve bunu seve seve yapıyorum.

Hindistan dinler açısından diğer ülkelerden çok daha renkli bir ülke... Hinduizm’in kendi bile, her biri birbirinden farklı olan milyonlarca tanrısıyla başlı başına rengarenk bir din... Burada muhtemelen adını bile duymadığınız, varlığını bile bilmediğiniz bir sürü değişik inanç sistemiyle karşılaşıyorsunuz. Ülkenin büyük bir çoğunluğu Hindu olmasına rağmen, değişik oranlarda tüm dinlerden insan, mahalle, köy hatta iller ve eyaletletle karşılaşabiliyorsunuz.
Hinduizm dışında Budizm, Hıristiyanlık, İslam, Jainizm, Sikhizm, Zoroastrianizm ve neredeyse yok denecek kadar az Yahudilik Hindistan'ın belli başlı dinlerinden... Lakin bunlar arasında Hinduizm, Budizm ve Jainizm Hindistan felsefesindeki en eski olan dinler... İlginç olan başka gerçeklik ise; Hıristiyanlık ve Yahudilik Avrupa'ya ulaşmadan ilk kez Hindistan'da boy göstermiş olan dinlermiş. Kendimce bunun sebebinin daha çok yüzölçümünün inanılmaz büyüklüğüne, nüfusunun bu kadar kalabalık olmasına ve tabii ki diğer ülkeler tarafından defalarca işgal edilmesinden ileri geldiğini düşünüyorum. 

BUDİZM

Buddha
Buddha aslında Sakya Hanedan'ından gelen Sidartha adında genç bir prenstir. Ülkesinde yaşanan felaket ve sefaletlere dayanamayıp 29 yaşında eşini, çocuklarını ve krallığını ardında bırakarak, aydınlanmak amaçlı yola çıkar. Budizm'ın doğduğu yer ve ana vatanı olan Bodhgaya'da, Nirvana'ya ulaşarak Buddha unvanını aldığında sadece 35 yaşındadır. Nirvana “tam özgürlük” ve Buddha ise “ermiş kişi, aydınlanmış kişi” anlamına gelir. Budizmin temelinde eşitlik, hümanizm ve şefkat yer alır. Şiddetin her türüne karşıdırlar. Hayatın eziyetten ve acı çekmekten ibaret olduğuna ve ancak hayatta bağımlı hale geldiğimiz arzu, nefs ve bağımlılıktan vazgeçtiğimiz taktirde acılardan kurtulup Nirvana'ya ulaşılacağına inanırlar. 






Vipassana meditasyon, bu dinin temsil ettiği en bilinen meditasyon tekniğidir. Budizmin uygulandığı ülkeler haricinde de Hindistan'ın her yerinde bu meditasyonu uygulayabileceğiniz ashram'lar mevcuttur. 3-7 veya 10 günlük katılımlardan oluşan bu meditasyon türünde, katıldığınız süre boyunca sadece kendi halinize bırakılırsınız. Başkalarıyla konuşmanız hatta birbirinizi etkileyecebileceğiniz için göz göze gelmeniz bile yasaktır. Tam bir sessizliğe bürünmeniz ve kendi kendinizle başbaşa kalmanız ve içinize dönmeniz gerekir. Tüm bunları yaparken, çalışmadığınız ve uyumadığınız diğer tüm zamanlarda ise aynı pozisyonda kalarak tüm gün meditasyon yapmanız beklenir. Katılan arkadaşlarımın hepsinin söylediğine göre bu inanılmaz bir hayat tecrübesi olmakla kalmayıp, yeni kendinizi keşfediyormuşsunuz ve hatta büyük bir değişim geçiriyormuşsunuz. Ben sadece başka bir meditasyon türüyle beraber üç gün olanını yaptım ve kesinlikle söylemeliyim ki asla kolay bir şey değil ama kesinlikle tecrübe etmeniz gereken birşey; özellikle kendinizi yeni baştan keşfetmek istiyorsanız.

Bunu denememe rağmen daha henüz kendimi keşfedemedim ama insanlardan ve bu tekniği deneyen bazı arkadaşlarımdan dinlediğim kadarıyla, meditasyon sürecinin sonuna kadar sabrederseniz birer kaşif haline gelme şansınız yüksek. Tabii ki 10 günü geçirdikten sonra "tamam ben Nirvana'ya ulaştım, erdim, aydınlandım ve oldum artık" derseniz yine yanılırsınız, çünkü bu hayatınızın sonuna kadar sadık kalmanız ve uygulamanız gereken bir teknik; özellikle de hayatınızın ve sizin üzerinizdeki olumlu etkilerinin kalıcı olmasını sağlamak istiyorsanız... Hayatınızın sonuna kadar yapın ya da yapmayın, bilin ki o 10 günlük süreç hayatınızın en önemli süreci olacaktır. İyi bir öğrenci olmama rağmen, hayatımda asla iyi bir uygulayıcı olmadığım ve genelde esen rüzgara kapıldığım için, ne 2000 yılında öğrendiğim Transandantal meditasyonu ne de yukarıda bahsettiğim tekniği, olumlu etkilerine rağmen tembelliğimden uygulamıyorum işte... Kesinlikle büyük bir eksiklik...

300 milyon inananı olan Budizm, onlara göre bir dinden çok bir felsefe... Buddha da kesinlikle bir tanrı değil, tanrı olduğunu da iddia etmemiştir o sadece aydınlanmış ulu bilgedir.

Buradaki en büyük Budist topluluğu Dharamsala, Ladakh, Sikkim, Bodhgaya ve Himalaya bölgelerinde yaşıyor. Ve asırlar öncesinden gelen gelenekleri değiştirmeden aynı şekilde devam ettiriyorlar.



JAİNİZM

Buddha ile aynı dönemde yaşamış ve yine aynı dönemde ‘Mahavira' tarafından kurulmuştur. 

Dinin sembolü
Mahavira'nın kendisi Sanskritçe'de, “büyük kazanan”, “üstesinden gelen” anlamına gelen ‘jina' adıyla anılmış ve daha sonra bu din Mahavira'dan sonra Jainizm adını almıştır. Hinduizm ve Budizm'e benzer şiddet içermeyen bir çok öge barındırıyor, zaten şiddet karşıtı olmak Jainizm'in temelinde yatan bir unsur. Sadece hayvanların değil, bitkilerin bile öldürülmesine karşıdırlar. Bu yüzden çoğu bitkiyi yemezler ve bundan dolayı çok özel bir beslenmeleri vardır. 

Jainizm yıldızı
Buddha gibi Mahavira'da bu dinin ilk peygamberi değildir. Her iki din de Hinduizm gibi reenkarnasyona inanır.
İki Jain felsefesi vardır; 
Shvetember ve Digamber...

Shvetember'ler sadece erkeklerden oluşur, Mahavira gibi kıyafet giymezler ve tapınaklarından dışarı çıkm
azlar. Tamamen çıplak doğup, çıplak ölmeye inanırlar. Ben bu felsefeye inanan ve kendi tapınaklarında yaşayan insanların sadece fotoğraflarını gördüm, çünkü inanan değilseniz sizi tapınaklarına pek sokmuyorlar; ki bence bunda fayda var, çünkü bazıları çok yaşlı kişileri çıplak görmeyi kaldıramayabilir. Digamber'ler ise sadece beyaz kıyafet giyiyorlar ve aralarında kadınlar da mevcut... 
Hindistan'ın hemen her yerinde bu dine mensup takipçilerini görebilirsiniz.

SİKHİZM–Sihizm


Sihk'lerin çift kılıçlı sembolü
Diğerlerinden daha genç bir din olduğu için ancak 18 milyon takipçisi var. Sikh erkekleri saçlarını uzatır ve sakallarını hiç kesmezler. Saçlarını örtükleri ilginç bir türbanları vardır ve bu türbandan dolayı diğerlerinden ayrılıp tanınırlar. Bu dinin kurucusu Pakistan'in Punjab bölgesinde doğan ve Hintli bir aileden gelen “Nanak“ isimli bir Guru'dur. “Guru”nun anlamı özetle “öğretmen” demek... O devirlerde öğreten ve vaaz veren kişilere Guru denmiş ve günümüzde de hala aynı anlamda kullanılmaya devam ediyor.

Altın tapınak
Bazıları Guru Nanak Dev'in iki dinin en iyi taraflarını alıp bu dini yarattığını söyler. Bunlar İslam'ın tek ve görünmez tanrısı ile Hinduizm'in Karma ve reenkarnasyona olan inancıdır. Bu hayattaki davranışlarımızın diğer hayattaki kaderimizi etkileyeceğine ve yönlendireceğine inanırlar. Onlar da Hindu'lar gibi ölülerini yakarlar fakat onlar gibi dul kalan kadınların erkekleriyle birlikte yakılmasına inanmazlar. Buradaki Kast sistemini de yok sayarlar. Onların gözünde rengi, dili, dini ne olursa olsun herkes eşittir. Bu yönleriyle biraz da Sufizm'den etkilendiklerini düşünebiliriz. Hintliler gibi doğaüstü varlıklara inanmadıkları için hiçbirşeyden korkmazlar. Onları herkesten ayıran beş özellik vardır; Hiç kesmedikleri saçları, tarakları, kılıç ya da hançerleri, sağ bileklerine taktıkları bilezikleri ve şortları... Klasik bir Sikh, kıyafetiyle birlikte mutlaka bir kılıç taşır. Amritsar, Sikh'ların en çok yaşadığı ve en tanınmış ibadet yerleri olan “Altın tapınak”ın da bulunduğu bölgedir.

Dinin sembolü
ZOROASTRİANİZM İran'da orataya çıkmasına rağmen, bilinen en eski dinlerden biri olma özelliğine sahip olduğu için antik Yunanlılar tarafından da bilinmekteydi. Hatta ilk tek tanrılı din olduğu da söylentiler arasında... Karanlığın (kötünün) ve ışığın (iyinin) devamlı bir savaş halinde olduğuna inanırlar. İyi düşünen, iyi davranan ve iyi konuşan kişiler önünde sonunda ve mutlaka kazanırlar. Parsiler tarafından uygulanan bu din için hava, ateş, toprak ve su en önemli dört elementtir. Bu yüzden ölülerini yakmazlar; özellikle bu amaç için inşaa edilmiş özel kulelere yerleştirip, akbaba, kargalar veya vahşi hayvanlar tarafından yenmesini beklerler. Defin yeri kadın, erkek ve çocuk olarak üç bölümden oluşur ve ölülerin bedeni gagalanmaya müsait olarak açık ve çıplak olarak yerleştirilir. Kendi mezhepleri dışından kimseyi almadıkları gibi, kimseyi de vermezler. Din değişimine asla inanmaz ve buna müsaade etmezler.

Tower Of Silence

Bu dinin takipçileri daha çok Mumbai'de yaşar. Ölülerini defnettikleri kule olan “Tower of Silence” ise Mumbai'nin kesinlikle görülmesi gereken turistik yerlerinden biridir...








Bitti sanıyorsunuz di mi ama devamı haftaya :)

Sero